Üyelik Girişi
Site Haritası
Önerilen Siteler

n.i. yakın tevhidi esma

YAKÎN TEVHİD-İ ESMA

ZİKRİ:              Vahid Vahid Ya Vahid

ALEMİ:             Esma-i Hakikati Muhammedi; Melekut Alemi

Vahid esmasının kısaca anlamı: İsim ve sıfatlarında mutlak Bir olan, şeriki ve misli olmayan Zat. Gerçek BİR, hep BİR, daima BİR olan Zat. Ezelde ve ebedde BİR olan.

TEVHİD ZİKRİ:  “lâ mevcude illallah muhammeden resulullah

                        (Allah’tan başka mevcud yoktur, Muhammed Allah’ın resulüdür)

                        “lâ ilahe illa Allah; lâ mevcude illa Hu”

                        (Allah’tan başka ilah yoktur; O’nun ilahi hüviyetinden başka mevcud yoktur)

İDRAK AYETİ:   “Allahü lâ ilahe illa hüvel esmaül Hüsna” (Taha/8)

Mealen: “En güzel isimleri ilahi hüviyetinde barındıran Allah’dan başka ilah yoktur”

İDRAK AYET     “Hüvellahül hakılül barıul musavviru lehül esmaül Hüsna” (Haşr/24)

Mealen: “O ilahi hüviyeti ile öyle bir Allah’tır ki halıktır, baridir, musavvirdir, ilahi hüviyeti bütün güzel isimleri içine alır”

İDRAK AYETİ:   “Ve hüve meaküm eynema küntüm” (Hadid/4)

Mealen: “Nerede olursan O ilahi hüviyetle sizinle beraberdir”

İDRAK AYETİ:   “Ve lillahil meşriku vel magribu fe eynema tevellu fesemme vechullah, innellahe vasiun alim” (Bakara/115)

Mealen: “Doğuda batıda Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın vechi oradadır. Muhakkak ki Allah vasi ve alimdir.”

İDRAK AYETİ:   “Küllü men aleyha fe’nin ve yebka vechü Rabbike zülcelali vel ikram” (Rahman/26-27)

Mealen: “Varlık aleminde bulunan her KİM’lik fanidir, ancak yüce ve ikram sahibi Rabb’ının VECHİ (Zatı), varlığı bakidir”

YAŞANTISI: İsimler mertebesinde ilahi hüviyeti, mevcudları tanımak, onlara YAKIYN elde etmek.

Her fiilin Allah’ın güzel isimlerinin zuhuruyla ortaya çıktığını, kendinin ve alemlerin bu isimlerle zuhura çıktığının yakıyn olarak idrak edilmesidir. Kendinde ve alemlerdeki her şeyi, esmalar kanalıyla değerlendirmeye alır. Tüm esmaları birleyen ise VAHİD olan ALLAH’tır.

“Muhammeden Resulullah” Kur’an’ı ve Sünneti Muhammediye’yi temsil ettiğinden, Mutlak Zati Vücud’a bağlı ve O’nunla kaim olan mevcudlarda, temsili ve tafsili Kuran’dırlar. Kendi mertebesinde Kur’andan yansımasını alır. Kur’an “cemi esma ve sıfatı cami Zat” olarak tanımlanır. İlahi hüviyetten, Zat mertebesinden kökenini alan Kur’andaki tüm isimlerle irtibatlı mevcudların kendilerini terbiye eden, Hakk’ın Zatına ulaşmalarını sağlayan ilahi isimlerle münasebetleri vardır. İlahi Zati Vücud ile mevcutların vücudları arasında bu irtibat ve münasebeti sağlayan her mevcudun kendine has bir ilahi isimle ilişkisi vardır. Bu irtibatı sağlayan ilahi isme Rabb-ı has adı verilir. Tüm esma-i ilahiyeler, ilahi Zati nurdan menşeli, esma-i nuru ilahiyeler şeklindedir. İlahi Nur’un mahiyeti, hakikati bilinemediğinden, esma-i nuru ilahiyelerinde mahiyet ve hakikatleri tam olarak bilinemez. Ancak fiilleri, etkileri ve eserleri, sonuçları ile malum olurlar, bilinip idrak edilirler. Mevcudların Kur’andan olması ve Hakikat-i Muhammedi ile irtibatları bu isimlerledir. Her bir ilahi isim potansiyel olarak tüm esmaların etki ve sonuçlarını doğurabilir. İsim Zatın aynıdır. Zatın kontrolündedir. İsimler melekler ile faaliyete geçtiğinde, şehadet aleminde etkileri, sonuçları ve eserleri zuhura çıkar, bunlarla müşahede edilirler.

Mevcudların zahirleri ile batınlarını ilişkilendiren ilahi isimlerdir. İlahi isimlerin açığa çıkmasını sağlayan ise aslen İlahi Zattır. Allahü Teala bu isimleri vasıtasıyla uluhiyetini mevcudlar üzerinde sürdürür. Her mevcudun zatını, nefsi temsil ettiğinde Rabb-ı hasların nefisler üzerinde etkileri vardır. Zatta irtibatlarını sağlarlar. Mutlak Zatı temsil eden hüviyeti mutlakdır, hüviyet gaybı diyede adlandırılır. İlahi hüviyet isim mertebesinde mevcuda izafi hüviyet, kimlik sağlar. Her mevcudun izafi hüviyeti, ilahi hüviyetten olan payı, hissesi kadardır. İsim tecellisinden aldığı pay kadardır. Mevcudun hakikati olan ayan-ı sabiteleride düzenleyen ilahi isimler ve sıfatlardır. Bu nedenle zahir ismiyle açığa çıkan her mevcud, isim mertebesinde ilahi hüviyetten izler taşır. Tabi ki her mevcudun kendi mertebesinden. Mevcudların izafi hüviyetlerini temsil eden Rabb-ı haslarıdır. Rabb-ı has aracılığı ile tüm esmaların özelliklerini zuhura çıkarabileceğinden, esmaların sonuçları ve etkileride çokluk oluşturmaktadır. İlahi hüviyet ile irtibatı sağlayan Rabb-ı has ve tüm esmalar hüviyet gaybı olarak da adlandırılan la taayyün mertebesinde örtülmüş ve gizlenmişlerdir ve faaliyetleri yoktur. Bu mertebede ne isimden, ne sıfattan, nede resimden söz edilmez.

Allah ismiyle uluhiyeti Zat mertebesinde isim ve sıfatların etkileri, taayyün mertebelerinden tenezzül ederek melekut aleminde faaliyete geçerler ve etkileri şehadet aleminde müşahede edilir.

İlmi Zat mertebesinde tüm mevcudat isim ve sıfat hakikatleri olarak Ferdiyeti Zatta yani ilk ilmi farklılaşma mertebesinde ayan-ı sabiteler olarak aklen ayrımlanırlar. Bu mertebe Ferdiyeti Zat olarak bilinir. Ferdiyeti Zat mertebesi, İlmi Zat mertebesinde, mevcudların hakikatlerinin (ayan-ı sabite) ayrı ayrı olarak farklılaştığı mertebedir, Zati bir mertebedir. Ayan-ı sabitelerin bu mertebede isim ve sıfat hakikatleri olarak hariçte vücudları yoktur. Hariçte zuhura çıkan mevcudlar bunların suretleridir, isim ve sıfatların etkileri ve sonuçlarıdır.

Bu nedenle mevcudlar ilahi hüviyetin suretleri olarak, izafi hüviyetler olarak hariçte zuhura çıkarlar. İlahi hüviyetin aynısı değil, gayrısıda değillerdir. Mevcudlar Allah ismi camisi ile zuhura çıkmış, ilahi vücudun zahir ismiyle göründüğü suretlerdir. Mevcudların aslıda ilahi hüviyete dayanmaktadır. Zahir ismiyle açığa çıkışından ibarettir. Kur’anın ilgili bölümünü temsil etmektedirler. Kur’anın tafsilinde her mevcud yerini alır. Kur’an ilahi hüviyeti temsil ettiğinden, her mevcud kendi mertebesi kadar ilahi hüviyetten hissesini alır. Yani izafi ve itibari hüviyettirler. O (Hüve)’nun zuhur ve tecelli mahalleridirler. Taayyün mertebelerinde seyrederek zuhura çıkmış, tecelli kadar, tecelli ölçüsünde O’ndandır. Tecelli ölçüsünde O’nu temsil eder. Mevcudlar yok olduğunda Hüviyeti Zat’ın da bir eksiklik olmaz. Mevcud zuhura çıktığında Hüviyeti Zatında fazlalık olmaz. O, bütün bunlardan münezzehdir. Mevcudlar O’nun varlığı ile kaimdirler, O’nun varlığı ile varlıklarını devam ettirirler. O’nun zahir ve batın isimlerine muhtaçtırlar. Varlıklarını ancak O’nun hüviyeti ile devam ettirdiklerinden O’nun indinde muhtaç, fakir ve acz içindedirler. Hüviyet-i Zat olarak O, alemlerden ganidir. Bu gerçekler sebebiyle “lâ ilahe illallah benim kalemdir, oraya giren kurtulur” buyurulmuştur.

“O ilahi hüviyeti ile her an bir tecellidedir” ayeti her an tecellide olan Zat, bu mertebede isimleri ile faaliyettedir. Bu faaliyetin devamlılığı için her isim kendini zuhura çıkaracak bir tecelli mahalli talep eder. Esmaların çokluğu nedeniyle, fiiller, işler sonuç ve eserleride çoğalmıştır. Bunları birleştirip, bütünleştiren uluhiyeti Zat mertebesidir. Bu mertebeyide zuhura çıkaran Hüviyet-i Mutlaka mertebesidir. Her taayyün ile farklı zuhurları olan tek Vücuddur. Bu nedenle “Nerede olursanız olun Hu (ilahi hüviyet) sizinle beraberdir” (Hadid/4) buyurulmuştur. Zuhurda olan tek hakikat ve tek Zatın farklı yönlerden, isimlerden, farklı farklı açığa çıkmasından ibarettir. İşte bu mertebede bunları bilme ve yakıyn olarak bunları hem nefste hem de dış alemde idrak etmektir.

Aslında tüm taayyün mertebeleri her zerrede iç içedir. Sadece kolay anlaşılması ve akıl ile idrak edilebilmesi için mertebeler belirtilmektedir.

Her mevcudun, kendi mertebesinden, tecelli oranında bu ilahi hüviyetten yansıttığı kadar hissesi vardır. Bu o mevcudun izafi hüviyetidir. Kur’an ve Hakikat-i Muhammedi’den hissesidir. Her mevcud istidat ve kabiliyetleri oranında bu hisseden payını almaktadır.

O (ilahi hüviyetiyle) öyle bir Allah’tırki Halık, Bari, Musavvir olup tüm esmaül hüsnayı hüviyetinde barındırmaktadır. Allah ismiyle uluhiyetini ilan eden ilahi hüviyet, bu uluhiyetini zahirde göstermek ve bilinmek için, Halik ismi ile halk edip, Bari ve Musavvir esmaları ve en güzel isimleri ile mevcudları kendi mertebelerinde en güzel şekilde, zahir esmasıyla zuhura çıkarmaktadır. İnsan ilahi isimleri idrak edip, bu esmaları zuhura çıkarabilecek tek canlıdır. İnsanın Allah indindeki kerim değeri buradan kaynaklanır. Yani insan Kur’anı yaşayıp, ilahi hüviyetin özelliklerini yine O’na sunarak gösterebilecek varlıktır. İnsanların yaşadıkları her hadise Kur’andan olup, Kur’anın temsili ve tafsilidir. İnsana düşen görev, Kur’andan hangi ayet ve sureleri temsil ettiğini idrak etmesidir. Kur’andaki yerini tespit edebilmek oldukça önemlidir. Dengeli bir nefs muhasebesi ile insan Kur’andaki yerini bugünden tayin edip, geliştirebilir. Nefs muhasebesi bu nedenle övülmüş ve teşvik edilmiştir.

Kendi izafi hüviyetinin ve alemlerdeki her mevcudun izafi hüviyetinin, ilahi hüviyetten esma düzeyinde hissesi olan kişi, “Nereye dönerseniz Allah’ın isimlenmiş vechi (zatı) orasıdır” ayetinin idrakine ulaşır. Zira her mevcudda Allah isimler yönüyle tecellidedir.

Bu hakikate ulaşan kişi, her kimliğin, her mevcudun fani olduğunu ve Allah’ın Zatının (vechi) baki olduğunun da idrakine varacaktır.

İlahi İsimler ile ilgili biraz bilgi vermek istersek şunları diyebiliriz:

Hz. Resul (sav) şefaat kapısının fethinde ilahi isimler üzerine öne geçti. Çünkü O’nun kalbi, isimlerin hepsini toplamış olan “Allah” isminin görünme yeri ve vücududa “Rahman” isminin görünme yeridir. Rahman isminin saltanatı diğer isimler üzerine zahirdir. Nübüvvet ve velayet hükümleri Zati lütuflardandır. İlahi isimlerin lütuflarına gelince, bilki Allah Tealanın mahlukatına bahşettiği lütufları kendi tarafından o mahlukatına rahmettir ve lütufların hepsi isimlerden çıkar ve ulaşır. Bu rahmette ya saf rahmet olur veyahut karışmış rahmet olur. Saf rahmet dünya hayatında yiyecek, giyecek, nikahlı eş, ev ve benzeri leziz rızıklardan tayyip, yani helal gibi ki, kıyamet gününde hesap kederinden, vebal ve belanın ulaşmasından uzaktır. Ve bu bahsedilen rızkı, vücut arşı üzerine tecelli edici olan Rahman ismi verir. Bu ilahi lütuflar halis rahmettir, başka bir şey ile karışık değildir.

Karışmış rahmet, kokusu veya tadı kötü bir ilacın içilmesi gibidir ki, bunu içtikten sonra hastaya rahat gelir. Bu da ilahi lütuftur. Çünkü her ne kadar kokusu veya tadı kötü olan ilaç içilirken hasta bir azab duyduğu yönle bu hal “Muazzib” isminin görünme yeri olur isede, daha sonraki hali “Rahman” isminin görünme yeri olan rahat takip edildiğinden bu “Muazzib” ismi, “Rahman” isminin hizmetkarı olur. Çünkü ilahi lütuflar, isimlerin hizmetkarlarıdır. Bir hizmetkar ve tabii olanı vasıtasıyla bir hizmet ileri getirmedikçe, ilahi lütufların salınımı mümkün olmaz. Çünkü ne kadar ilahi isim varsa hepsi “Allah” ve “Rahman” isimlerinin altında mevcuttur ve o isimler bu iki ismin hizmetkarlarıdır. Nitekim Allahü Teala buyuruyor:

“Ey Resulüm, De ki: İster Allah deyin ister Rahman deyin, hangisi ile dua ederseniz, en güzel isimler O’nundur”

Bilinsin ki ilahi lütufların hepsi zat ve sıfatları içine alan uluhiyet mertebesinden feyz olunur. Fakat bu feyz olunma Zat yönünden değil, sıfatlar ve isimler yönündendir. İlk feyz olunan şeyde vücud ve hayat rahmetidir yani izafi yokluktan ihraçtır.

Her bir ilahi isim bir hazinedir ve bütün isimler “Allah” isminin altında toplanmıştır. Bundan dolayı “Allah” ismi bütün hazinelerin hazinedarıdır. Her bir ismin hazinesinden gelen lütufları, hepsinin hazinedarının “Allah” ismi olması yönüyle, O verir. Şu halde veren Allah’dır.

Allah bu lütfuları, her bir görünme yerinin idarecisi, ruhu ve Rabb-ı hassı olan has ismi ile bilinen kader üzere o hazineden ihraç eder. Yani ezelde istidad lisanı ile Haktan talep ettiği ve onun bu talebi üzerine Hakk’ında onun hakkında hükmettiği şey ne ise onu verir.

Mademki ilahi isimlerin eserleri başka başkadır, elbette isimlerin hakikatlerininde başka başka olması lazım gelir. Ve her bir ismi, diğer isimden ayıran hakikati vardır. Her bir ismin hakikati diğer bir ismin hakikatinden ayrı olduğu gibi, ilahi lütuflarda farklı olur. Bununla beraber lütufların hepsi bir asıldandır. Yani bütün isimleri toplanmış olan Hakkın bir olan Vücudundandır (Hüviyet-i Mutlaka, Mutlak Vücud). O’da Ahadiyeti Zatıdır. Fakat Ahadiyyeti Zatının, Zatiyyeti yönünden lütuf çıkmaz. Çünkü o mertebede hiçbir tecelli olmaz. Lütuf ancak ilahi isimler kanalıyla ulaşır. Bundan dolayı Allah Teala her lütfu bir hususi isim hazinesinden verir. Ve isimlerin istidadları başka başka olduğundan, o isimlerin hazinelerinde ki lütuflar tabiki birbirine benzemez. Şu halde lütuflar birbirine benzemez, bir diğerinden ayrılır. Lütufların birbirinden ayrılmasına sebepte isimlerin bir diğerinden ayrı olmasıdır. Bundan dolayı uluhiyet o kadar geniştir ki, sonsuz olan isimlerin birbirinden farklı olan hakikatlerini toplamış olduğu yön ile, onda asla tekrar eden bir şey bulunmaz, yani ulaşan lütufların bir benzeri asla tecelli etmez. Çünkü bitmez ve tükenmez bir hazinedir, sonsuzluktur. “O her an bir tecellidedir” (Rahman/29) ayeti bu gerçeği anlatır. İşte bunların hepsi isimler dolayısıyla ilahi tecelliler ve ilahi lütuflardır ve O’nun işleri sonsuzdur. O, celil ve cemil; Zahir ve Batın; Evvel ve Ahir gibi zıtları kabul eder. Zıtları kabul eden Vücud, kendi Vücudunun (Mutlak Vücud) aynıdır, kendi Vücudunun gayrı değildir. Örneğin insanın vücudu gülmeyi, ağlamayı; gazabı ve rızayı, gam ve sevinci kabul eder. Bunlar ise birbirinin zıddı olan şeylerdir. Ve insanın bir olan hakikati, kendi vücudunun aynıdır, gayrı değildir. Ve o zıtlar Zati işlerdir. İşler arasındaki zıt oluş, bir diğer işe göredir.

Sonsuz görünme yerlerinden her bir görünme yeri ilahi işlerden bir iş (tecelli) olan bir has ismin (Rabb-ı has) görünme yeridir. Hakkın Mutlak Vücud’u o isim dolayısıyla, o görünme yeri suretinde taayyün etmiş ve kayıtlı olmuştur. Bu görünme yeri Latif olan Mutlak Vücud’un mertebe mertebe kesifleşmesinden meydana gelmiş bir aynadırki, onda her bir ismin sureti yansıyıcı olmuştur.

Örneğin: Bir kimsenin sureti bir aynada görüldüğü zaman o hayali surette, hayalin sahibi olan görenin vücudundan bir şey mevcuttur denemez. Ancak o hayal ile hayal sahibi arasında esassız ve tarife sığmaz bir bağlılık mevcuttur.

İnsanların Rabbi, yani kendilerini terbiye eden has isim (Rabb-ı has) için, insanların nefsi, canı ile esassız ve kıyassız bir bağlılık vardır. Çünkü her bir has isim bir zati iştir. Hak, ilim mertebesinde bu tecelli (iş) ile taayyün edici olur. İlmi suretler bu işlerin gölgesidir. Ondan sonra ruhlar mertebesine tenezzül edip yine bu işin ilmi sureti üzere, o mertebenin icabına göre taayyün eder ki ruhlar, ilmi suretlerin gölgesidir. Ve aynı şekilde misal ve şehadet mertebesine tenezzül eder. Bundan dolayı her bir mertebede taayyün etmiş olan suret kendinden önceki mertebede taayyün etmiş bulunan suretin gölgesi gibidir. Gölge sahibi ile gölge arasındaki bağlılık esassız ve kıyassızdır. Ve bir kimsenin üzerinde vücudunun halleri dolayısıyla türlü türlü suretler açığa çıkar ise de, onda kendi nefsinden başka bir şey yoktur. Çünkü her bir kimsenin hakikati ilahi ilim mertebesinde Hakkın Vücuduyla taayyün etmiş olan Zati işlerden bir iştir. O ilahi işin istidadı neden ibaret ise, zati gereği olan şeylerin hepsi O’nun hazinesinde toplanmıştır. Her bir mertebede o mertebenin icabına göre, vakti geldikçe yavaş yavaş kuvveden fiile gelir. Bundan dolayı bizim üzerimize doğduğumuz günden öleceğimiz dakikaya kadar, ne suretlerde ilahi lütuflar ulaşmış ve ulaşacak ise, hep kendi hakikatimizden, nefsimizden ve ayan-ı sabitemizden ulaşmıştır ve ulaşacaktır. Hakikatimizin ambarında mevcut olmayan şeylerin bizlere ulaşması imkansızdır.

Hakkın vücudunda zahir olan suretlerde Hakk’ın vücut aynasında yansıyan ayan-ı sabite suretleridir. Bundan dolayı her bir keşf sahibinin Hakk’ın vücudu aynasında müşahede ettiği suret, kendi zatının ve hakikatinin yani ayan-ı sabitesinin suretidir. Bu gördüğü suret, mahal ve mertebe dolayısıyla bir yönden değişmiş olur. Yani keşf sahibinin gördüğü suret, kendi ayan-ı sabitesinin aynı olmakla beraber, o sureti hangi mertebede görmüş ise, o mertebenin icabına göre müşahede eder. Çünkü o suret, mertebelerin gereklerine göre doğal olarak değişir. Yani ruhlar mertebesinde başka, misal mertebesinde başka ve şehadet mertebesinde başka olur. Fakat hepsi ayan-ı sabitenin suretidir. Ancak mahalle göre değişmiştir. Yani Hakkın tecelli ettiği mertebede ismin hakikatini bilmesi sebebiyle o ismin istidadının kabul ettiği şeyde bilir. Çünkü her bir isim için, onda tecelli edici olan Hakk’tan ona mahsus bir kabul vardır. Latif isminin kabulü, Müntakim isminin kabulünden başkadır, diğer isimlerde buna kıyas edilebilir. Her bir kişi istidadına göre talep eder. İstidada vakıf olmak ise güçtür. Çünkü istidatların kaynağı ayan-ı sabitedir. Kevn aleminde her bir görünme yerine ulaşan lütuflar kendi has isminin (Rabb-ı has) istidadına göre bulunduğundan, bu isimlerin lütuflarında kabiliyet şarttır. Ve kevn aleminde olan bu isimlerin tecellilerine “mukaddes feyz” derler. Halleri değiştirici olan Hakk’ın lütfudur. Mudil ismi tesiri altında olan bir kişiye ilahi lütuf, Hadi ismi ile ulaşır. Çünkü “akdes feyz” denilen O’nun Zati lütfu istidatları dolayısıyla ayan-ı sabiteye kabiliyet bahşetmiştir ve “mukaddes feyz” denilen isimlerin tecellileri bu kabiliyet üzere gelir. Sebepler dediğimiz şeyler, Hakk’ın Vücudunun bağıntıları ve izafetleridir. Halkedilmişlerin vücudu dediğimiz, alem görünme yerlerinin tamamı, izafi vücuttan ibaret olunca, bu izafi vücutlara kabiliyet Zati lütuftan ileri gelir. Hakkın isimlerinin tecellileri ile açığa çıkması Zatının gereğidir. Sebeplere bağıntılı işlerin olması ise isimlerin lütfudur. Hasta olan bir kişinin Şafi ismine başvurarak doktora gitmesi gibi. O sebepleri koyan ezelde her neyi kaza ve takdir etmiş ise, meydana sebep görünmese bile, mutlak kudret o sebepleri açığa çıkarır. Örneğin bela sebepleri mevcut iken, o sebepleri yırtıp, yok edip, onun yerine nimet sebeplerini hazır kılar.

“Bana dua edinki icabet edeyim” (Mümin/60) ayetince talip, muradını talep etsin diye, Hakk Teala işlerin bitmesini sebep üzere bina etmiştir. Bundan dolayı herkes gözünü sebeplere dikmiştir. Talep sahibinin yolunda sebep bulunması hikmet icabıdır. Sebeplere takılıp, sebepleri ortaya getirenden gafil olmayalım. Tevhide dört elle sarılalım.

Bu arada bir hususa daha değinelim.

Her ilahi ismin delalet edişi ikidir. Birisi zat, diğeri kendisinin mevzu olduğu özel manadır. Örneğin Rezzak dediğimiz zaman aklımıza Hakk’ın Zatı gelir. Çünkü hakiki Rezzak ancak Hakk’ın Zatıdır. Fakat rızık verebilmek için Rezzak, Hayy, Alim, Semi, Basir, Halik, Rab, Musavvir, Ganiyy vb. ne kadar isimler var ise hepsine haiz olmak lazım gelir. Bundan dolayı Rezzak ismi Zata delalet etmesi yönünden bütün isimler ile isimlenen ve nitelenen olur. Fakat kendine mahsus olan mana yönünden bütün isimlerden ayrılır.  Çünkü Rezzak’ın gördüğü işi Alim, Semi, Basir, Musavvir’den beklenmez. Şu halde isim, zata delaleti yönünden isimlenendir. Fakat taşıdığı özel manaya delaleti yönünden isimlenenin gayrı olur.

İsimler ve sıfatlar, Vahid Zat (Vahdeti Vücud) olan Cenab-ı Hakka raci  bir takım nispetler ve izafetlerdir. Mutlak Vücud’da yani Vahid Zatta kesret yoktur. Kesret denilen şey Mutlak Vücud’un nispetler ve izafetlerle zuhura çıkmasından ibarettir. Esma-i ilahiyenin çokluğu kesret hükümlerini açığa çıkarmıştır. O ise nefsinde ve Zatında tektir. Taayyün mertebeleri ile Tek Nefis ve Zat çoğalmıştır, kesret hükümleri zuhura çıkmıştır. Herhangi bir mertebede Hakkın bulunmaması düşünülse, o mertebe mevcud olmaz. Zat her taayyün mertebesinde bir libasa bürünerek zuhura çıkar. Bu ise tevhidin ve vahdaniyetin gereğidir. Vahdaniyet her şeye saridir, her şeye sirayet etmiştir. Vahdaniyetten başka bir şey yoktur. Taayyün mertebelerinde isimlerin ve hakikatlerinin eserleri, onların suret ve mazharlarının aynıdır. Hissi ve misali suretlerin ruhu bu hakikatlerdir. Her hakikat ve hakikatin hükmü Hakkın dilemesiyle, hakikatin suretinden bilinir. İsim ve hakikatlerden her birisinin hükmüde eserinin ortadan kalkması ile ortadan kalkar. Allahu Tealanın bütün ilahi esmalarının manaları şu dört kelime içindedir. Bunlar “sübhanallah”, “elhamdülillah”, “lâ ilahe illa Allah” ve “Allahuekber” kelimeleridir.

İnsanın ve her mevcudun hakikati, ilahi isimlerin hakikatini ihtiva eder. Bu hakikat, Hakkın İlminin kendi Zatının aynı olması açısından Hakkın ilmindeki hisselerin nispetinden ibarettir. İnsanın ve her mevcudun ayan-ı sabitesi ilahi isim ve sıfatlardan ibarettir. Hakk Teala Rububiyetinin tüm mertebelerde zahir olması için, ayan-ı sabiteyi kendi isim ve sıfatlarıyla, ruhlarıda ayan-ı sabite ile, cisimleride ruh ile terbiye etmekte, tasarrufu altında tutmaktadır. Bu nedenle sen, senin üzerine hakim ve sende zahir olan ilahi ismin abdisin. Çünkü o isim seni terbiye ve tedbir etmektedir. Ve sen dahi, o ismin terbiyesini ve sende ahkamıyla zuhur ve kemalatını kabul eylemek suretiyle o ismin Rabbisin. Bu Hakkın zahir ve batın isimleri ile zuhuru nedeniyledir. Batını ile zahirini; zahiri ile batınını terbiye etmektedir. Yani sen hüviyet-i ilahiyenin (ilahi hüviyet) sende zuhuru itibariyle rabsın. Ve yine sen taayyünün ve “kayıtlanmış” ve “sınırlanmış” suretin itibariyle abdsın. Hakk indinde mevcud ve malum olursun. Malumlar da, sadece kendilerini bilenin nefsinde (Hakkın Zati Nefsinde) şekillenmeleri açısından ele alındıklarında “batın harfler” olurlar.

Eğer her ayan-ı sabite ve her bir hakikati, kendisine tabi sıfat ve lazımları ile birlikte dikkate alınırsa, bu bilinen hakikat bu itibar ile “batın kelime” olur.

Bunlar kelam sahibinin nefsi ile zuhuru açısından ele alınır ise “zahir harfler” ve “zahir kelimeler” olurlar.

“Mevcut” tan kasıt izafi vücud aleminde aşikar olmuş olan suretlerdir. Bu mevcutlar Kurandan olup; bazen harfler, bazen harekeler, bazen kelime, bazen besmelenin noktası ve daha ötesini temsil eder. İnsan bunları zuhura çıkarabilendir. Mana olarak temsil ettiğinin değerinde ve mertebesinde kıymet taşır. Ayan-ı sabitesindeki hakikatleri zuhura çıkardığı ölçüde, manasını taşır ve temsil eder.

Hakkın Mutlak Vücudunun tenezzülleri, isimlerin kemalatının açığa çıkması içindir. İsimlerin kemalatı ise bütün isimlerin fiilen açığa çıkmasına istitadlı olan insan-ı kamil mertebesine tenezzülü ve taayyünü ile zuhura çıkmaya bağlıdır. Çünkü taayyünlerden insan gibi Ahsen-i takvim üzere mahluk olan hiçbir taayyün mevcut değildir. İnsan sureti bütün isimlerin fiile çıkmasına müsait olarak halk edilmiştir. İnsan bu nedenle “halife” dir. Hz. Resul (sav) bütün taayyünlerin kaynağıdır. O, ferdiye ve külliye hikmetini taşımaktadır. Halifelik, ancak bütün isimleri ihata etmiş ve toplanmış olan “Allah” ismine görünme yeri olmakla olur. Yani Allah’tan halife kılınma yolu iledir. Buna binaen “Allah ba’as eder” (Hac/7) buyurulmuştur. Hakk “Ben yeryüzünde halife kılıcıyım” (Bakara/30) buyurur. İnsani kamil bu nedenle Allah’ın halifesi ve vekilidir. Varislerde bu vasıflara tecelli mahalli olan nefsin devamlılığı, nefesi Rahman vasıtasıyladır. Nefes, nefsin düzenini sağlamış olur. Nefesi Rahman “genel vücud nuru tecellisi” dir.

Rububiyyet : (Esma Mertebesi)

Rûbubiyyet; bütün varlıklara verilen isimlerin zuhur ettiği mertebenin ismidir. Rûbubiyyet isminin içinde bulunan isimlerin her biri kendisi için olması gereken birşey ister. Yüce Allah’ın “Rabb” ismi altında toplanan bütün isimler, halkı ile kendi arasında ortaklaşa kullanılan isimlerdir. Bir ismin iki yüzü vardır; bir yüzü, yüce Allah’a mahsustur; bir yüzü de, halka bakar. Ulûhiyyet mertebesinde, bütün varlıkların a’yânları yani hakikat ve kaynakları ilmi birer tasnif halinde iken oradan “Rahmâniyyet” e intikalleriyle birer “rûh”, yani hayat kaynaklarını kazanırlar. Böylece onların “ilim” ve “hayat” sıfatları meydana gelmiş olur. Buradan “esma-i nûr”a intikallerinde kendilerinde bulunan daha evvelce fark etmedikleri özellikleri aydınlanmaya başladığından bu mertebede kendi kimliklerini buldular ancak maddeye dönüşük olmadıklarından yine de parçalanmaz ayrılmaz bir bütünlük halindeydiler. Bu mertebeye hem “ervah” ve hem de “melekût” diyebiliriz, Rûbubiyyet (esma) mertebesinde : “Nûr-u İlâhi” zuhura çıkmaya başlayarak, bütün esma-i ilâhiyyeler nûrdan birer elbise giyinip zûlmetten çıkarak belirginleşmeye başladılar. Bu esma-i ilâhiyyelerin faaliyet sahalarına çıkabilmeleri için mutlak ve sonsuz bir güce, kuvvete ihtiyaçları vardı. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hakk onların kendi bünyelerinde ve ayrıca dış âlemlerinde de “nûr”dan kuvvetler meydana getirdi, bunların ismine de “melek” dendi. Böylece meleklerin ana kaynağı “nûr” ve doğuş yerleri de bu mertebe oldu. Melâike-i kiram, ihtiyar sahibi olmayıp, o kuvanın sahibi olan “Zât-ı Ulûhiyyet” in iradesine tabidirler. “Vücûd-u mutlak” ın muhtelif mertebe ve tavırlarındaki tedbirler bu kuvvetler vasıtasıyladır. Bunlara ulûhiyet cihetinden her bir mertebeye ve her bir tavra gönderilirler. 


önceki sayfa            sonraki sayfa
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam214
Toplam Ziyaret841877
Hava Durumu
Saat
Takvim