Üyelik Girişi
Site Haritası
Önerilen Siteler

H. Ş. 27.Sadık Rüya Ayan-ı Sabite, Nefsi Natıka

27. SADIK RÜYA, AYAN-I SABİTE, NEFSİ NATIKA

“Rüyaların en doğrusu, seher vakti görülen rüyadır”

Sadık rüyalar, Allah’ın Zati İlminin nefsi natıkaya aynen yansımasıdır. İnsanın Zati İlimden payı, kendinin ilmi hakikati olan ayan-ı sabitedir. Nefsi natıka, ilmi hakikatin şehadet aleminde yaşanması için insana Allah’ın armağanıdır. Allah’ın bilinme yoludur. Bu açıdan “Nefsini bilen Rabbini bilir” buyurulmuştur. Ayan-ı sabite henüz zuhurun olmadığı “ama” mertebesidir. Karşılığı ise gecedir. Seher vakti ise gecenin sonları ve günün başlangıcıdır. Yani nefsi natıka aydınlığa kavuşma vaktidir. İlmi hakikatin, nefsi natıkaya yansıma vaktidir. Gece bilinmezliğin ve karanlığın tezahürüdür. Gündüz ise açıklık ve aydınlık vaktidir. İlahi ilimde olanın mana ve suretler halinde misal olarak nefsi natıkaya aynen yansımasıdır. Takdir edilmiş şeylerin seferinin son noktasıdır. Seher vakti bu oluşumun gerçekleştiği vakitlerdir.

Seher vakti, açılma ve gerçekleşmesinin kemale ulaşmasının başlangıç olduğu için bu vakitte görülen rüyaların gerçekleşmeye ve doğruluğa en yakın rüyalar olmasını gerektirir. “Ey babacığım, işte bu rüyanın tevilidir. Rabbim onu gerçek çıkarmıştır” (Yusuf/100) ayeti bu hakikati anlatır. Yani rüyanın hakikati, his ve şehadet aleminde ortaya çıkmıştır. Batındaki bu hakikat zahir olmuştur. İlahi İlimdeki kader aynen vuku bulmuştur. Tevil edilmesi gerekenler de tevile uygun gerçekleşeceğinden rüya yorumu ancak ehli tarafından yapılmalıdır. Çünkü rüya his ve şehadet aleminde gerçekleştiğinde, rüyadaki sembolik suretlerdeki maksat ortaya çıkar ve neticeleri olgunlaşır.

Âlem-i Misâl : (Misâller âlemi) Bu mertebe Zât’ın hariçte bir takım lâtif şekil ve sûretlerle zuhurudur. Bu mertebeye “misâl âlemi” denilmesinin sebebi, “Rûh âlemi”nden meydana gelen her bir ferdin, cisimler âleminde kazanacağı sûrete benzeyen bir sûretin bu âlemde meydana gelmesidir. Bu sûretleri hayâlimizde idrak edebildiğimiz için, buna “hayâl âlemi” de diyebiliriz. Tasavvuf erbabı misâl âlemini iki kısma ayırmışlardır.

 

1.     Buna “misâl-i mutlak”, “hayâl-i mutlak”, “hayâl-i munfasıl” (ayrı olan hayâl) gibi isimler verilir. Bu âlemin idrak edilmesi için, insânın hayâl kuvveti şart değildir; görme kuvveti ile de idrak edilebilir. (Aynada ve parlak satıhlarda görünen sûretlerin göz ile idrak edilmesi gibi...) Bu mertebeye “ayrı olan hayâl” denmesinin sebebi insânın “hayâl kuvveti”nden ayrı olarak mevcûd olmasından dolayıdır. Rûhların ceset rengiyle görünüşü bu kısımdandır. Nitekim ölen bir kimsenin rûhu, rü’yâda cismani bir sûretle görülebilir. Kâmilin Rûhu, müridine cismani sûretle görülebilir. Kâmilin Rûhunun, müridine cisim olarak görünmesi de bu kabildendir. Misâl âlemine, “berzah”, “lâtif olan mürekkebât âlemi” de derler. Bir kısım kimseler “âlem-i ervah”ı “misâl âlemi”yle bir sayarak, her ikisine “Melekût âlemi” demişlerdir. Misâl âlemi, “âlem-i ervah”ın feyzini şehâdet âlemine ulaştıran bir vasıtadır. Rûhlar ile cisimler arasında bir berzahtır. Bu yüzden her iki âlemin hükümleri bu âlemde toplanmıştır. Çünkü hem zâhir, hem de bâtındır; bununla beraber her iki âlemin gayrıdır. Cisimler gibi, uzunluk, genişlik ve derinliğe sâhiptir. Rûhlara nispeten kesif, cisme nispetle lâtiftir (Cinler de bu âlemdendir). Aynada görülen bir sûretin genişliği, uzunluğu ve derinliği nasıl hayâlen varsa, hayâl âleminin varlıkları da böyle müşahade edilir; rûhani ve lâtif olduklarından el ile tutulamaz bıçak ile kesilemezler. Maddeden sıyrılmış olan zâtların sûret ve benzer cisimlerde müşahedesi, “âlem-i misâl”de vâki olur. Nitekim Hz. Cibril bazı vâkitlerde “server-i âlem” (sav) Efendimiz’e, ashâb-ı kirâmdan “Dıhye-i Kelbi” sûretinde zâhir oluyordu. Hızır ve enbiya (a.s.) ile evliyâ-ı kirâm hazarâtının müşahadeleri bu âlemde vâki olur. Bu âlemde zâhir olan şeyin, his ve şehâdet âleminde zuhurundan evvel görülmesi mümkündür. Nitekim irfan ehlinden ve diğer insânlardan birçok kimseler rüyâlarında bir takım vukuat müşahede ederler, ki onun eseri sonradan “âlem-i şehâdet”te meydana gelir. “Misâl âlemi”nin sûretleri insâna, rüyâda; “havâss”a ise, hem rüyâda, hem de uyanıklık halinde münkeşif olur.

2.    Misâl mertebesine bitişik ve onun bir kanalı durumunda olan ve “insânda mevcûd” bulunan “hayâl”dir. Buna yukarıdaki “hayâl-i mutlak” mertebesine nisbetle, “hayâl-i mukayyed” isimleri de verilir. İnsân vücûdunda bulunduğu için “hayâl-i muttasıl” (bitişik hayâl) de denir. Çünkü bunun insân varlığı dışında vücûdu yoktur. Bu âlemin idrak edilebilmesi için insânın “hayâl kuvveti” şarttır. Bu “rüyâ âlemi”dir. Bir tarafı misâl âlemine ve bir tarafı da insâna bitişik olan hayâl-i mukayyet âleminde yani rü’yâda süflü/aşağı âleme ait sûretler gördüğü vâkit, bunların bir hakikati olmadığı fâsid/kötü/bozuk hayâllerden ibaret olduğu bilinmelidir. Bunlar mânâsız rüyâlar olup yorumları yoktur. Fakat riyazâtlar ve mücâdeheler ile kâlb aynası saflaşmış ve “şehvet”lerden kurtulmuş ve mâsivâdan uzaklaşmış âriflerin hayâl aynasında görülen sûretler “misâl âlemi”nden aksediyorsa, bu hayâller ister uykuda, ister uyanıklık halinde görülmüş olsun, gerçek ve doğrudur. Zira “misâl âlemi”, Cenâb-ı Hakk’ın ilim hazinesi olduğu için oradan akseden “hayâl” ler bir hakikati aksettirir. İnsân “hayâl kuvveti” sayesinde misâl âlemine dahil olup, orada temessül etmiş gayb mânâlarına muttali “vakıf” olur. Görülen bu sûretlerin bazıları tabire muhtaç olur, bazılarıda tabir gerektirmez. “Doğru rüya, Allah’tan bir vâhiydir.” (hadis) “Doğru rüya, peygamberliğin kırk altı parçasından bir parçadır.” (hadis) Onun için rüyâda görülen bu çeşit hayâller iki kısma ayrılırlar.

            a.    Keşf-i mücerred : (Açık Rüyalar)

Duyularla idrak edilen, sûretlere uygunluğu olan sûretlerin görüldüğü rüyâdır. Buna gaybda olan sûretlere vakıf olmak denir. Bu türden olan rüyâların tevil ve tabir edilmesine ihtiyaç yoktur. Görüldüğü gibi aynen zuhur etmesi ümit edilir. Nûr, “mutlak misâl âlemi”nin asli sıfatıdır. Rüyâda bu “nûr”, insânın “hayâl”i üzerine yayılır. İşte bundan dolayı “sâdık rüyâ” Hz. Peygamber Efendimizde “vâhy’in başlangıcı” olmuştur. İlk vâhyi teşkil eden bu rü’yâları “keşf-i mücerred” şeklindedir. Fakat Hz. Peygamber, ilk vâhiylere rüyâda nail olmuş ise de, ona “uyur” denilemez. 

 

            b.    Keşf-i muhayyel : (Tabir Gerektirenler)

Rüyâda, duyularla idrak edilen sûretlere doğrudan uygunluğu olmayan sûretler görmektir. Bu tür rüyâlar tabir edilir; tabir edilmeksizin anlaşılması mümkün olmaz. Tabir ise, rüyâda görülen sûretlerle münasebeti olan duyular âleminden bir sûret ile yapılır. Mesela Rasûlullah’ın, rüyâda kendisine ikram edilen “süt’ü” “ilim” ile yorumlamaları gibi... Süt ile ilim arasındaki bağlantı, “süt”ün, beden için, gıda; “ilm”in de, Rûh için gıda olmasıdır. Rüyâ tabirinde belirli kaide, kanunlar yoktur. Rüyâda görülen tabire muhtaç sûretlerin yorumu, ancak kendisine“ilm-i Nûraniyyet” ihsan edilmiş kimseler tarafından yapılabilir. Kendisinde bu ilim olmayan kimseler rü’yâda görülen sûretlerin mânâsını anlayamazlar. Zira rü’yâda benzer sûretler gördükleri halde her şahsa ayrı yorum yapılır. 

Şehâdet âlemi: (Şehâdet mertebesi zât’ın hariçte cisim sûretiyle zuhurudur.) Misâl âlemindekinin aksine olarak bu âlemdeki varlıklar, cüz’ler haline konabilir, bölünebilir, yarılabilir ve bitişebilirler. Bu mertebeye “şehâdet âlemi” denilmesinin sebebi, beş duyu ile idrak edilmesi ve aşikar müşahede edilebilmesidirBu âlemdeki sûretler “rûh sahibi olan” ve “rûhu olmayan” diye ikiye ayrılabilirse de, hakikatte her varlığın kendi mertebesi itibariyle bir “rûh”u vardır. Zira “şehâdet âlemi”ndeki her sûretin “a’yân-ı sabite” mertebesinde, “sabit” olan bir “ayn”ı yani hakikati vardır. İşte bu “hakikat” bu sûretin “müdebbiri” (tedbir edicisi), “mutasarrıfı” (tasarruf edicisi) ve “rûhu”dur. Fakat şehâdet âlemindeki bütün varlıklarda “hayat” kemâl halinde tezahür etmemiştir. Zira bunların bazısının taayyünü, “hayat”ın tam olarak zuhur bulmasına müsait değildir. “Şehâdet âlemi”ne “kevn ve fesad” (oluş ve bozuluş) âlemi de denilmiştir. Zira “kevn” bir sûretin meydana gelişi, “fesad” ise, bu sûretin dağılıp yok oluşudur. “Şehâdet âlemi”ndeki oluşumları meydana getiren isimler, yüce Hakk’ın “Melik” ismi kapsamındadır. Gerçekten bu âlem, hiçbir âleme benzemeyen ve hepsinden kemâlli olan “Hz. Şehâdet”tir. Melikkiyyet; Bütün isim ve sıfatlar kendi hakkını almış olarak faaliyet sahasına gelmeleridir.

 

“Hazret-i Şehadet” ef’al âleminde,

1.    Allah’ın tenezzülü

2.    Kûr’ân’ın tenezzülü

3.    İnsân-ı Kâmil’in tenezzülü

4.    Zâtının tenezzülü

5.    Beyt’inin tenezzülü

6.    Mânâların tenezzülü

7.    Sıfatların tenezzülü

8.    Rûh’un tenezzülü

9.    Nûr’un tenezzülü

10.  Esmâ’ların tenezzülü

11.  Meleklerin tenezzülü

12.  Nefs’in tenezzülü

13.  Mertebelerin tenezzülü

14.  Âdem’in tenezzülü

15.  Peygamberlerin tenezzülü

16.  Kitapların tenezzülü

17.  İblis’in tenezzülü

18.  Muhabbet’in tenezzülü

19.  Lika (buluşmanın) tenezzülü

20.  Hakikat-i Muhammed’in tenezzülü vardır.

 

Bu kadar çok tecelliyi ancak içinde yaşadığımız ef’al “Hazret-i Şehadet” âleminde bulmaktayız. Bu kadar değerli bir âlemin kıymetini bilmeliyiz. - Kendine gelme kendini bulma, - Lika (mülaki-buluşma), - Sevgi muhabbet aşk, - Zuhur tecelli, - Bilinç ilim, - Var olma kimlik bulma, ilâhi benlik, - Kitabullah Habibullah Marifetullah tahsili bu âlemdedir ve burada kazanılmaktadır, - Burası ilâhi yaşamın tatbikatlı her mertebeden sınıfları olan ilâhiyyat tahsili yapılacak  yegane okuldur. - Beytullah da buradadır. Ancak bütün bunlardan bizleri uzaklaştıran zıt güçler de “şeytan” buradadır. Her işlere yardımcı güçler de “melek” buradadır. Her türlü ahlâkları olan hayvanlar da buradadır ve insânlar da burada’dır. İşte bu güçler arasında öyle bir yaşantı (cümbüş) vardır, ki akıllâr hayrette kalır. Birbirine karışmış olan bu yaşam sahnesinin ismi “âlem-i şehâdet” üzerinde bulunduğumuz yer de, bizim dünyamızdır ve bu âlemlerde bütün isimlerin zuhur sahası ve oyun sahnesidir. Âlemlerin meydana gelişi, her varlığın kendi mertebesi itibariyle “zât-ı Ulûhiyyet” i “takdis” (mukaddes) kılmak içindi. Madde - Cisim -Melikiyyet: Ef’âl âlemi: “Âlem-i Nasût” “Vücûd’u mutlak”ın her mertebede, “vücûd’u mevcud” olarak zahir ismiyle zuhur edişinden ibarettir. “fiiller kuvvet ile meydan geleceğinden, efali ilâhiyye dahi Malaike-i kiram ile zahir olur.” Fiil kuvvete, kuvvet iradeye, irade ise, zâta bağlı olduğundan, ortaya çıkan fiil zâtın o mertebedeki ismi ile zuhuru demektir. Ef’ali ilâhi dahi her tenezzülünde o mertebenin ismi ile bir kuvvet ve güç neticesinde zuhur etmektedir. zâti ilginin insânla birlikte olmasıdır bu âlemin tamamı “tafsil-i Kûr’ân” dır. Diğer ismi ile “Kûr’ân-ı ef’aliye”, fiili Kûr’ân’dır. Zuhur ve müşahede âleminde zât-ı ilâhinin şiddetle zuhurundan başka bir şey değildir. Zât-ı ilâhi rûh, nûr ve madde mertebesiyle zuhurdadır, bunlardan “nûr” ve “rûh” unu tekrar geri, yani kendisine çektiğinde âlemlerden eser kalmayacaktır.



önceki sayfa               sonraki sayfa

içindekiler
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam177
Toplam Ziyaret840502
Hava Durumu
Saat
Takvim