Üyelik Girişi
Site Haritası
Önerilen Siteler

n.i. yakın tevhidi efal

YAKIN TEVHİD-İ EFAL

ZİKRİ: Fettah Fettah Ya Fettah

Fettah isminin kısaca anlamı: Her türlü rahmet ve rızık kapılarını açan, darlıktan kurtaran, hidayetle kalplere iman veren ve marifet kapılarını açan. Bütün anlaşmazlıkların son hakemliğini yapmak suretiyle mutlak adaleti yerine getiren, gerçekleştiren. Mazlumlara yardım edip, mümin kullara zafer veren. İnayetiyle, yardımıyla bütün kapıları açan, müşkülleri çözen. Gayb anahtarlarını elinde tutan.

ÂLEMİ:            Fiili Hakikati Muhammedi; Şehadet Alemi, misal alemi

HAKİKATİ:        Fiili Hakikat-i Muhammedi

TEVHİD ZİKİRLERİ:

  1. 1.    La ene illallah Muhammeden resulullah

(Allah’tan başka benlik yoktur, Muhammed Allah’ın resulüdür)

  1. 2.    La ilahe illallah, la ene illa hu

(Allah’tan başka ilah yoktur, ilahi hüviyetten (Hu) başka benlik yoktur)

  1. 3.    La faile illallah Muhammeden resulullah

(Allah’tan başka fail yoktur, Muhammed Allah’ın resulüdür)

  1. 4.    La ilahe illallah, la faile illa hu

(Allah’tan başka ilah yoktur, ilahi hüviyetten (Hu) başka fail yoktur)

  1. 5.    La meşhude illallah Muhammeden resulullah

(Allah’tan başka meşhud (görünen) yoktur, Muhammed Allah’ın resulüdür)

  1. 6.    La ilahe illallah, la meşhude illa hu

(Allah’tan başka ilah yoktur, ilahi hüviyetten (Hu) başka meşhud yoktur)

HU İSMİ

(Hu) Allah’ın zatına işaret eden ismidir. Muhyiddin-i Arabi Hz. lerine göre “Hu” hiçbir varlığın müşahede edemeyeceği, Allah Hz. lerinin mutlak gayb ve sır olan hüviyet-i mutlakasına, zatına işaret eder. Bu da hadislerdeki ihsan makamının karşılığıdır. Hüviyet-i Mutlaka; sırrı vücud, gayb-ı mutlak, amâyı mutlak, la taayyün, ahadiyet-i zat gibi tabirlerle vücud mertebelerinin ilkine tekabül eder. Hüviyet-i Mutlaka, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının batını ve hakikatidir.

İlahi hüviyeti temsil eden Hu, isim ve sıfatları ile âlemde çokluğa büründüğünde o isim ve sıfatın mertebesinden Hüviyet-i Mutlaka’nın taayyün ile zuhura çıkmasından ibarettir. Yani her mevcudun izafi olarak ilahi hüviyetten hissesi vardır.

“He” harfi tek gözlü yazılırsa hüviyet-i mutlakayı, çift gözlü yazılırsa hem hüviyet-i mutlakayı hem de taayyün ve tecelliler ile oluşan izafi hüviyetleri temsil eder. “He” nin iki gözlü olmasını sağlayan çizgi de taayyün ve tecelli mertebelerini temsil eder.

Hüve kelimesinin “He” si Zata delalet ettiğinde ilahi hüviyeti, “Vav” ise Zatı Nefsi ve Zatı hüviyetin tüm manalarını bünyesinde barındırır. “He” herhangi bir mevcudun hüviyetini temsil ettiğinde “kayıtlanmış” ve sınırlanmış” taayyün itibari ile “izafi hüviyeti”; “vav” ise bu izafi hüviyetin nefsini ve bu nefsin manasını içerir. “İki gözlü he” ise Zatı hüviyetteki taayyün etmiş İzafi hüviyetleri; “vav” ise taayyün etmiş nefisleri ve manalarını bünyesinde bulundurur. Hu ismi Allah’ın hüviyetini temsil eder. Hüviyet ilahlığın sırrıdır. 

ALLAH İSMİ

Allah ismindeki ilk elif Allah’ın ahadiyetini, ilk lam uluhiyetini, ikinci lam velayet ve risalet mertebesini, gizli elif muhabbetini, he harfi de hüviyet-i mutlakayı temsil eder. He harfi tek gözlü yazılırsa hüviyet-i mutlakayı, çift gözlü yazılırsa hem hüviyet-i mutlakayı hem de taayyün ve tecelliler ile oluşan izafi hüviyetleri temsil eder. “he” nin iki gözlü olmasını sağlayan çizgi de taayyün ve tecelli mertebelerini temsil eder. Allah ifadesindeki “şedde” de zuhurlarının çokluğunu ve şiddetini temsil eder.

Kelime-i Tevhid’in ilk zuhura çıkmaya başlamasına yukarıda belirtilen Hüvviyet’in “hu” su kaynak oldu (Zâhir âlemde bilindiği gibi “hu/o” demektir).  İşte bu ilk zuhura çıkış Hüvviyet’in “hu/o” su ile simgelendi. Bu “hu” “Hüviyeti Mutlaka/mutlak hüvviyettir” Bir bakıma “ismi azam/en büyük isim” de budur. Bunun hakikatini anlamak mümkün değildir. İşte bu “hu” Allah kelimesinin oluşumunu sağlayan sondaki “hu” dur. Fakat varedilişte ilktir. Bilindiği gibi “hu” bulunduğu yer icabı yazıda bazen iki gözlü bazen tek gözlü olması bütün varlığı bünyesinde topladığını ifade etmesidir. Daha sonra oluşacak bütün varlıkların kendilerine has özel hüvviyyetleri kaynaklarını buradan almaktadırlar. Ve yine bu “hu” ağıza en uzak yerden yani mideden, yani batından gelmektedir. “hu “Hüviyeti Mutlaka” kendi kendini zuhura çıkarıp (var edip) bir makam oluşturduktan sonra, yavaş yavaş saltanatını genişletmeye başladı ve kendine en yakın olarak gizli “elif” i buldu ve o mertebeye doğru akmaya ve hayat vermeye başladı. Bu gizli “elif” oluşunca “hu/o” ile (onu) kendi kendine okudu ve “ah” dedi. “küntü kenzen/gizli hazine” nin ilk muhabbeti ve aşıkların içlerindeki, gizli “ah” ları oldu. Bir müddet bu muhabbet haliyle kaldıktan sonra tekrar saltanatını genişletmeye devam ederek 3. (üçüncü) mertebeye doğru yönelerek “lâm” ı oluşturmaya ve ona hayat vermeye başladı. Bu “lâm” oluşunca yine onu kendi kendine okudu (elbette “hu/o”) (onun için) yani (“hu” için) dedi. Yani “lâm” ın oluşması kendisi için değil, ”hu” için, yani “benim için” dedi. Bir müddet  (elbette “hu/o”) (hu/onun için) bayrağını dalgalandırdıktan sonra daha genişlemeyi murat ederek “geçici” bir “elif” harfi ilave etti ve okuyarak bu sefer “ilâhu” (ilâh) dedi. Böylece kendine verdiği ilk toplu vasıf bu  “ilâhü” (ilâh) oldu. Bu ilâhiyyat öyle bir ilâhiyyat ki orada ne isim, ne resim, ne vasıf ve ne de ayrı, gayrı vardı. Kendi kendinde kendi olan tek ilâhtı. Bir müddet de bu mertebede kaldıktan sonra biraz genişlemeyi murad etti ve bir “lâm” daha seyrine ilave ederek evvela “lâ ilâhu” (ilâh yoktur) diye kendi kendinde, kendi zuhurunu tekrar gizledi. İlk nehiy (kaldırmak) budur. Bir müddet de böyle kaldıktan sonra, “küntü kenzen mahfiyyen” “gizli bir hazineyim” hükmüyle açılımlarına devam ederek oluşan harflerin önüne bir de “elif” ilave ederek baştaki “lâm” “elif” ile birleşince “lâm-ı tarif” belirleyici “lâm” a dönüştü; o haliyle okuyunca kendine “el ilâhu” (mutlak ilâh) vasfını verdi. Bir müddet de böyle kaldıktan sonra “el ilâhu” lafızlarını toplamayı muradederek oradaki geçici elifi şeddeye dönüştürerek gizledi ve kendi kendini bütün bu içerdiği mertebeleri ifade edecek olan Allah” kelimesine dönüştürdü. İşte böylece kendini sonradan da oluşacak her mertebenin hakkını koruyacak “zati ismi” ni oluşturmuş oldu. Şimdi tekrar edelim “Allah cc.” (lâfzı celâli) ne “hu” dan başlayıp “elif” de biten bu ismi zât’ın sondan başa okunuşu “Allah” oldu. Ve hiçbir şey hariçte kalmamak üzere bu sembol ve mânânın içine dahil edildi. Allah sembolünde ve mânâsında, okunuşu itibariyle, baştaki, “elif” sembolü (harfi) “Ahadiyyet” mertebesini, birinci “lâm” sembolü (harfi) “Uluhiyyet” mertebesini, ikinci “lâm” sembolü (harfi) “Velâyet ve Risâlet” mertebesini, yukarıdaki (şedde) ise, çokluğunu, şiddetini, aradaki gizli “elif” muhabbetini, sondaki “hu” ise, bütün bunlarda mevcud olan “Hüvviyyeti Mutlaka” yı ifade eder oldu. İşte bu “Allah” sembolü ve kelimesi zat mertebesini ve orada oluşan hadiseyi bildirmektedir. Aynı zamanda daha sonradan zuhur edecek bütün mertebelerine de kaynaklık etmektedir. Şu anda bu mânâyı yeryüzü beşer lisânında gerek harf ve sembollerinde gerek telâffuzlarında Arap lisânından başka hiçbir lisânla ifade edebilmemiz mümkün değildir. Aslına en uygun ifade tarzı Arap lisânında bulunan harflerle, o sembollerle kısmen ifade edebilmektedir. Âlemlerin ve beşeriyetin ne kendileri ne de lisânlarının olmadığı bir devrede o zâtı mutlak bu vasfını da uluhiyyet lisânı üzere yaptığından işte biz bu telâffuzunu bilememekteyiz. Bildiğimiz batındaki, Allah lafzının sonradan beşer idrakine ulaştırılmaya çalışılan “Arap lisânı” üzere olan tercümesiyle “Allah” olarak okunuşudur.

 

İDRAK AYETİ: “Hüvellahüllezi lâ ilahe illa hu” (Haşr/23)

Mealen: “O ilahi hüviyeti ile öyle bir Allah’tır ki, ilahi hüviyetinden (Hu) başka ilah yoktur”

İDRAK AYETİ: “Hüvel evvelû, vel ahirû, vez zâhiru vel bâtın ve hüve külli şey’in alim” (Hadid/3) 

Mealen: “O ilahi hüviyetiyle evveldir, ahirdir, zahirdir ve batındır ve O ilahi hüviyetiyle her şeye âlimdir ve bilicidir”

İDRAK AYETİ: “Ve hüve meaküm eynema küntüm” (Hadid/4)

Mealen: “Nerede olursanız O ilahi hüviyetiyle sizinle beraberdir”

İDRAK AYETİ: “Külli yevme hüve fi şe ’n” (Rahman/29)

Mealen: “O ilahi hüviyetiyle her an iştedir, tecellidedir, şandadır”

İDRAK AYETİ: “Senurihim âyatina fil âfaki ve fi enfûsihim hatta yetebeyyene lehüm ennehül hakku” (Fussilet/53)

Mealen : “Yakında onlara afakta (dış alemde) kendi nefislerinde olan ayetlerimizi göstereceğiz, tâ ki onların onlar için O’nun Hakk olduğu ortaya çıksın.”

İDRAK AYETİ: “Küllü şey’in hâlikun illâ vechehu lehül hükmü ve ileyhi türcaun” (Kasas/88)

Mealen: “O’nun ilahi hüviyetinin vechinden başka her şey helâk olacaktır. Hüküm O’nundur, O’na döndürüleceksiniz”

YAŞANTISI: Kişinin hem nefsinde hem de dış âlemde tevhid mertebelerini daha yakından idrak etmesidir. Nefsi safiyede beşeri varlığından tamamen soyunmuş olarak hiçlik, yokluk, renksizlik halinde iken, burada hakikati yönünden “birimsel ilahi hüviyeti” ile kendi özel ve Hakkani kimliğine ulaşmasıdır. Eski birimsel varlığının yeni ve başka idrakle “yeni hüviyetine” ulaşmasıdır. Bu makamın anahtarı ve yükselticisi “FETTAH” ismidir. Mürşidinin himmeti irşadıdır.

Kişi nefsinde yaşadığı hakikatleri, dış âlemde de yaşarken nefsindeki bilgilerin gelişmesi, iç ve dış âlemin tek bir Zat ve tek bir hakikatten kaynakladığının idrakine varmasıdır. Bu Zatın ilahi hüviyetidir. Hüviyet-i Mutlaka’nın zahir, batın, evvel ve ahir isimleri ile tek bir ilahi hüviyetin, değişik mertebelerden, kendi istidat kabiliyet ve özellikleri ile zuhurundan başka bir şey olmadığının şuuruna varılmasıdır. Bu şekilde kişi; “Hem nefsinde hem de afakta Allah’ın ayetleri dışında yani Hakk’ın dışında” bir şey göremez ve bulamaz.

“O’nun ilahi hüviyetinin zatından başka (yani hüviyet-i mutlakasından başka) tüm bu izafi hüviyetlerin helâk olacağını” idrak eder. Zati ilahi hüviyetinin ise baki olduğunun şuuruna varır. Bu O’nun hükmüdür ve her izafi hüviyet yani Zati ilahi hüviyetin zahir ismiyle ortaya çıkardığı her mevcud, batın ismi ile O’na dönecektir. Aslına dönecektir.

Tevhid zikirleri bu konuda kişiye ışık tutacaktır. Ene (benlik) Allah’a aittir. Bir varlık ben dediğinde zatını kastetmiştir. Zatını temsil eden ise nefsidir. Bütün benlikler, nefsler Allah’ın zati nefsinden köken alan “İzafi Ene” lerdir. Her izafi ene, benlik kendi mertebesinde, kendi özellikleri, kendi kabiliyetleri kadar. Allah’ın “ene” sinden hissesini alır.

Allah’ın “ene” si kendi ilahi hüviyetinin aynısıdır. Yani sınırsız İlahi hüviyetinden, her mevcudun payına düşen, kendi istidat ve kabiliyetine göre, her mevcudda ilahi hüviyetten hisse vardır. Bu hissesi, payı “izafi hüviyet” olarak adlandırılır. İzafi hüviyet, İlahi hüviyetin tam aynısı değildir ama gayrısı da değildir. Hissesine düşen tecelli oranında ve taayyün ile kayıtlanmış bir izafi hüviyettir. Bu izafi hüviyet her mevcudun nefsinin vasıfları olarak dış âlemde zuhurunu gösterir.

Allah zati nefsi; O’nun ilahi hüviyetini oluşturur. Âlemlerdeki her izafi nefsten bir yüz gösterir, bir özelliğini yansıtır, bir esmasıyla kendini zuhura çıkartır.

Allah zati nefsini âlemlerde Kur’an ile açmıştır. “Cemi esma ve sıfatı cami Zat” olarak âlemlerde ilahi hüviyetini ilan etmektedir. Allah da “Ben” liğini ve “ Hüviyetini” Muhammeden Resulullah açılımı ile zuhura getirmiştir. Kur’an ve Sünneti Muhammedi ile ilahi hüviyetini, benliğini ilan etmiştir. Yani âlemler tafsili Kur’an, temsili Kur’an ve fiili Kur’an dır. Kur’anın yaşayan timsali zahiren Hazreti Muhammed (sav), bâtınen de Hakikat-i Muhammedi dir. Hakikat-i Muhammedi Kur’an ile özdeştir. Ezelen ve ebeden hüküm Kur’an ile ilahi zatın elindedir. Âlemlerde Kur’an ile hükmünü, iktidarını yürütür.

“Hüvel zahiri” derken zahirde hüviyetini Kur’an ve Sünneti Muhammedi ile açmış, her izafi hüviyette Kur’an dan hissesi kadar, Kur’an dan yansıttığı özellikleri ile ilahi hüviyetten payını almış, bu payı Allah’a sunmaktadır. Hükümlerde bilse de bilmese de Allah’a sundukları bu vasıflarla verilmektedir. Kişi nefsinin, benliğinin özellikleri ile ilahi hüviyetten aldığı ve sunduğu özellikleri yansıtır (Mümin, münafık, kâfir, salih vb.).

Hakikat-i Muhammedi, Allah’ın zati nefsinin, ilahi hüviyetinin aynası olup, âlemlerdeki her şeyin de hakikatidir, aynasıdır. Bu gerçek şu dizelerle ifade edilmiştir.

            Her iki cihanda her şey Hakk ile kaim
            Mirat-ı Muhammed’den Allah görünür daim

Nokta zuhur mahalli olarak, Hz. Muhammed (sav) O’nun (Hüve) yani ilahi hüviyetin en kemalli tecellisi olup, O’ndan Hakk görünür. Bu nedenle “Beni gören Hakk’ı görür” ifadesini bizlere açmıştır. Bu nedenle Hz. Muhammed’in her sözü, hali ve tavrı, açıklayıp sundukları Mutlak Zatı ve ilahi hüviyeti temsil etmektedir. Bunu açıklayan hadisleri de; Şeriat-ı Muhammedi, Sünnet-i Muhammediyi şöyle açıklamışlardır:

 “Eş şeriati akvali, et tariki efali, elmarifeti ekvali el hakikati esrari”

“Şeriat sözlerimdir, tarikat fiillerimdir, marifet tavırlarımdır, hakikat sırlarımdır” diye ifade etmişlerdir.

Kur’an da: “O hevasından konuşmaz, konuştukları vahydir.” (Necm/3-4) buyrularak bu gerçekler ifade edilmiştir.

Müminlerin de bu vasıflara haiz olabileceğini de “Ben Allah’tanım, müminler de benden” hadisiyle belirtmiştir. Halk edilmiş her nefis, Hakikat-i Muhammedi’den bir eser taşır. Her nefis kendini Hakikati Muhammedi aynasına tutmak zorundadır. “Mümin müminin aynasıdır” hadisinin bir anlamı da budur. Böyle olunca her nefis, kendi halini, durumunu, Hakk’ın indindeki değerini Hakikat-i Muhammedi aynasına, yani Kur’an ve Sünnet-i Muhammediye bakarak kolaylıkla anlayabilir. Hakikat-i Muhammedi Kur’an’ı temsil ettiğinden Zatı da temsil etmektedir.

Kişi nefsinin kazanımları ve iradesi ile düşündüğü şeyi ortaya çıkarmak istediği fikirlerini, Allah kudretiyle fiil haline getirecektir. Fiili zuhura çıkaracaktır. Allah fiilleri nefsinin mertebesine ve vasıflarına göre halk eder. Zira “ilim maluma tabidir” tasavvuf kuralı vardır. Kişinin nefsi kazanımları ve içinde bulunduğu nefs mertebesindeki “vasıfları, sıfatları” malumu oluşturur. Bu malum, ilim ile zuhura çıkar. Allah’ın zati ilminin temsili de Kur’an dır. “Muhammeden resulullah”  kanalıyla tafsili, temsili ve fiili Kur’an kişinin vasıflarına göre açığa çıkar. Açığa çıkan her fiil de Kur’an’dandır. Ama önemli olan kişiden çıkan fiilin Kur’an da neyi temsil ettiği, Kur’an’ın hangi bölümüne tekabül ettiğidir. Yani kişinin nefsi, işlediği fiille Kur’an’ın hangi bölümünü yürürlüğe sokmuştur. Müminin vasıflarını, münafıkın vasıflarını, kâfirin vasıflarını vb. bu özelliklere bakmalı, ona göre değerlendirmesini yapmalıdır. Hayır ve şer ne işlediyse Kur’an’dandır. Çünkü Kur’an Zat’ın tüm isim ve sıfatlarını bünyesinde cem etmiştir. Fiillerin kaynağı da  ilahi isimler olduğundan, açığa çıkan her fiil de Kur’an’dandır. Allah’ın hayra rızası olup şerre rızası yoktur. Bunu açıklayan ayeti kerimede: “Zerre kadar hayır işleyen karşılığını görür; zerre kadar şer işleyen karşılığını görür.” (Zilzal/7-8)

Her fiil Kur’an’dan olduğundan, Kur’an’da ilahi hüviyeti temsil ettiğinden, ilahi hüviyetin içinde bulundurduğu hangi ilahi isimle fiil zuhura çıktı ise o nefs, o kişi ilahi hüviyetin o bölümünü zuhura çıkarmış demektir.

Fiillerin sonuçları ile eserleride müşahede edilir. Müşahede edilenler, isimlerin etkisiyle açığa çıkan fiillerin eserleri olduğundan Kur’an’ın ve ilahi hüviyetin ilgili bölümlerinin özelliklerini taşır. Özetle müşahede edilenler, Kur’an ve ilahi hüviyetin o nefsteki ilahi tecellinin özelliği ile açığa çıkan ilahi hüviyetin ilgili bölümünü temsil eden kısımlarıdır, yani ilahi hüviyettendir. Kur’an’dandır. Kur’an’ın konu ile ilgili bölümündendir. Müşahede Allah cami ismi ile açıklanan O’nun ulûhiyetidir. Bu nedenle meşhud edilen ancak Allah’tır yani olay Allah ismi camisinin altındaki hangi isimle zuhura çıkmışsa, o ismin etkisi ile ortaya çıkan sonuçlar bu âlemlerde şuhud edilecektir. Her fiilin sonucunda oluşan eserler, her esmanın hakikati yoluyla hikmet dairesinde cereyan eden, eserleri ile müşahede edilen olaylardır. Kişi kendi nefsinin vasıflarını ve amel sırasındaki niyetini yine en iyi kendi bilir. Nefs muhasebesi ile bunları değerlendirdiğinde, olaydaki hissesini en iyi kendi değerlendirecektir. Fiildeki kudret Allah’a ait ise de, fiili kişinin iradesi ile aldığı kararlar doğrultusunda halketmiştir. Kişi bu iradi kararından mesuldür. Bu konuda ayrıntılı bilgi ilmi tevhid-i efal bölümünde verilmiştir.

Peki, kişi dış âlemdeki nefsleri ve olayları değerlendirirken ne yapmalıdır? Bir ferdin çevresindeki nefslerden açığa çıkan fiil ve sonuçlarını değerlendirirken Kur’an ve Sünnet-i Muhammedî’den yararlanacağı açıktır. Çevresinde oluşan fiiller ve şuhud edilen sonuçlar Kur’an ve sünnet ölçülerine göre hayır ve şer olarak adlandırılacaktır. Bu durumda şu hususları dikkate almalıyız: Hayır ve şer, ne ile adlandırırsak adlandıralım

1.   Amel sırasında kişinin gerçek niyetini bilmiyoruz. (Anlatmadıkça)
2.  Kişinin amel sonrası Allah ile ilişkisini (şükür veya tövbe), bilmiyoruz,
3.   Amel sonrası kul haklarını ödeyip ödemediğini bilmiyoruz.
4.   Kısacası amel–niyet–Allah ile ilişki üçlüsünün hakkında ayrıntılı bilgi sahibi değiliz. İşte bir olay anlatılırken, zatını belirtmeden, sadece olaydan ve amelden bahsetmek, örnek vermek yerindedir. Kişi zatıyla Allah ile ilişkisini tamamlamış, olayla ilgisini bitirmiş olabilir. Zatı belirtilmeden olayın anlatılması ibret açısından gereklidir. Ancak zatını belirterek açıklanırsa “ gıybet “ sorumluluğu altına girilebilir.

Hangi özel durumlarda kişinin isminin belirtileceği Sünnet-i Muhammedi’nin kurallarında zaten vardır. Bu konuda Niyaz-i Mısri Hazretleri şu güzel örneği verir: Ayın iki yüzü vardır. Bir yüzü dünyaya, bir yüzü güneşe bakar. Ayın dünyaya bakan yüzünün aydınlığı değişkendir. Bazen hilal, bazen yarımay, bazen dolunay. Bu hal kişinin nefsinin değişken durumuna benzer. Kişinin Allah’a bakan yüzü, ayın güneşe bakan yüzüne benzer. Kişinin Allah ile irtibatını temsil eder.

İşte her insanın Allah ile olan irtibat yüzünü bilemediğimiz için kişinin zatını değil, vasıflarını eleştirmeliyiz.

Hüviyeti mutlaka olan Zatı Mutlak, her mertebede, her taayyünde, her tecellide, zahirde, batında, evvelde, ahirde; “Muhammeden resulullah” vasfıyla yani Kur’an ve Sünneti Muhammedi ile tüm izafi hüviyetlere sirayet etmiştir. Anlaşılacağı üzere izafi hüviyetler, hüviyet-i mutlakanın ilahi isimler kanalıyla zuhurundan başka bir şey değildir. İzafi hüviyetlerde hangi isimler ile zuhura çıkıyorsa, Zatın o ilgili bölümlerini temsil eder. Tümünü değil. Zira isim zatın aynı olup zatı temsil etmesine rağmen, zatın tümünü değil ilgili bölümünü temsil eder. Ama her ilahi isimde diğer isimleri açığa çıkarabilecek potansiyele de sahiptir. İzafi hüviyetler, hüviyet-i mutlakanın bulunduğu mertebe ve durum itibariyle taayyünü dolayısıyla kayıtlanmış halidir. Esmalar kanalıyla malum, fiiliyle zahir, eserleri ile meşhud edilen ilahi hüviyettendir. Hüviyet-i Mutlaka ile kaim olan izafi hüviyetlerdir.

O (Hüve) öyle bir Allah’tır ki, hüviyet-i mutlakası ile ancak ilah O’dur; ilahi hüviyetidir. Bütün izafi hüviyetler, uluhiyetinin, esma ve sıfatlarının suretleridir.

Hüviyet-i mutlaka olarak uluhiyetini Allah ismi camisi ile, tüm mertebelerde, tüm taayyünlerde, zahirde, batında, evvelde ve ahirde ilan etmektedir. Uluhiyeti Zat mertebesinde, Kur’an ile ilahlığını âlemlere sunmaktadır, hükmünü yürütmektedir. Kişiye düşen görev Kur’an ve Hakikat-i Muhammedi yolundan ayrılmamak ve gereğini yerine getirmektir.

Allah’ın “ene” sinden başka benlik yoktur. Allah’ı “ene” sini Zatı Nefsi oluşturmaktadır. Zati Nefsine ayna olarak Zati sıfatlarının mazharı olarak Nefsi Natıka’yı halk etmiştir, insana da bu vasıta ile tecelli etmektedir. Her mevcudun ilahi hakikati de o mevcudun ayan-ı sabitesi dir, ilahi hüviyetin gerçek aynasıdır. Ayan-ı sabiteler her mevcudun İlmi Zat’taki hakikatleridir. İlmi Zat’taki gerçek ayna, ayan-ı sabitelerin tümünün hakikatini kapsayan Hakikat-i Muhammedi aynasıdır. İlahi hüviyetin İlmi Zat’taki halidir. Hakikat-i Muhammedi, tüm âlemlerdeki her şeyi temsil eden hakikattir. Hakikat-i Muhammedînin nokta zuhur mahalli Hazreti Muhammed’dir. O’nun ilahi ilim olarak getirdiği kelam Kur’an’dır. Allah zatı nefsini ilim olarak “Muhammeden Resulullah” gerçeği olarak Kur’an ile zuhura çıkarmıştır. İlmi Zattaki ayan-ı sabiteler Kur’ani hakikatlerin suret zuhuru ile âlemlerde açığa çıkar. Her ayan-ı sabite uluhiyetin düzenlemesi olup ilahi isim ve sıfatlardan teşekkül etmiştir. İşte ilahi isim ve sıfatlar Kur’an hükümlerini açığa çıkarmak için zuhurdadırlar.

Allah ilahi hüviyetini âlemlerde Kur’an ile ilan etmektedir. İlahi hüviyeti “ ene “ sinin benliğinin aynısıdır. Bu nedenle Hz. Resul (SAV): “Benim mucizem Kur’an’dır” buyurmuşlardır. Âlemlerde ilahi hüviyet Kur’an ile zuhura çıkar ve ulûhiyetini ilan eder. İnsan-ı Kamil Kur’an’ın zuhura çıktığı mahaldir. Bu nedenle “Kur’an ve insan-ı kâmil ikiz kardeştir” denmiştir. İlahi zatın hüviyetinin âlemlerde açığa çıkışı Kur’an ve insan-ı kâmil iledir. Hakikati Muhammedi bu ikiliyi birleyen gerçek temsildir. Hakikat-i Muhammedi Kur’an’ı ve insan-ı kâmili bütünleştiren ilahi hüviyetin, zati nefsin, ilahi benliğin aynasıdır. Alemlerde ne açığa çıkıyorsa Zati İlmi temsil eden bu hakikatten, Kur’an dan kaynağını alır. Bu nedenle âlemler Tafsili Kur’an, Temsili Kur’an ve Fiili Kur’andır. İlahi zat ulûhiyetini, âlemlerde bu gerçek ile ilan etmektedir. Her benlikte kendi mertebesinden istidadına göre Kur’an hakikatlerini temsil etmektedir. Kur’andan bir örnek verilecek olursa;

Hz. İbrahim kavminin taptığı putların hepsini kırıp sadece büyük putu bırakıp, putları kırdığı baltayı büyük putun boynuna asmasıyla, kavmine şu mesajı vermek istemiştir. Benim ilahım tek bir ilahtır. Benim benliğim o tek ilaha bağlıdır. Kırmadığım büyük put, siz kavmimin indinde putu temsil etse de; benim indimde âlemlerdeki her şeyi halk eden Allah’ı temsil etmektedir. Ben bu baltayla O’nun dışında hayal ettiğiniz bütün hayali putları kırdım. Ama benim ilahım yok olmaz, her zaman her yerdedir. Hz. İbrahim kendi benliğinin de Allah’ın kontrolünde olduğunu, O’nun emriyle bütün putları kırdığını kavmine onların anlayacağı tarzda temsili olarak ifade etmiştir. Bir bakıma putları kıran benim elimle, bende tecelli eden Allah’tır demek istemiştir. Bu gerçek Peygamber Efendimize en kemalli şekilde “Attığın zaman sen atmadın Allah attı” ayetiyle hakiki failin Allah olduğu açıklanmıştır.

Âlemlerdeki her fiilde bu nedenle Kur ’ani hakikatleri temsil edecek şekilde zuhura çıkar. Bu nedenle izafi her benlikten çıkan her fiil Kur ’andandır. Her izafi nefsten açığa çıkan, nefsin kendi mertebesini temsil eden bir hakikati içerir. Nefslerin yaptıkları fiillere ve sonuçlarına göre Kur ’anda isimlendirilmiştir. (Mümin, münafık, kâfir, salih vb.)

Her fiili irade ve kesb olarak insana, fail olarak Hakk’a nispet etmemiz gerekir. Oluşan her fiil, ilahi hüviyetin, o mertebeden, o mertebenin vasıflarıyla zuhura çıkışı yani zahir ismiyle açığa çıkışını temsil eder. Bu fiilde zatın ulûhiyetinin anlaşılması için meydana getirdiğinin idrakinde olmalıyız. Her fiil ilahi hüviyetin, fiili açığa çıkaranın nefs mertebesinin bir temsili olarak, zuhuru olarak anlamalıyız. İlahi zat hüviyetini Kur ’anla zuhura çıkardığından her fiilde ilahi hüviyetin Kur ’andaki ilgili bölüm mertebesini temsil eder. Tafsile çıkarır.

Sünnet-i Muhammedi ise her fiilin hakikatini tafsile çıkarırken, uyulması gereken kuralları belirler. Her zuhura çıkan fiil, ilahi esmaların tesiriyle oluştuğundan, ilahi hüviyetin ulûhiyetini âlemlerde ilan eder ve hükümlerini yürütür.

Fiiller ilahi hüviyetin zahir esmasıyla mevcudlardaki kudret tecellisi ile açığa çıkmasından ibarettir (hüvezzahiri). Fiillerin batını ise, mevcudları terbiye eden, her mertebede mevcud ile Hakk’ın irtibatını sağlayan, Rabb-ı Has olarak adlandırılan ilahi isimlerdir (Hüvelbatıni). Fiillerin evveli, mevcudların hakikatleri olan ilahi hüviyetin varlık kokusu duymamış olan ayan-ı sabiteleridir (Hüvelevveli). Fiillerin ahiri ise oluşturdukları eserlerdir. Şehadet âlemindeki sonuçlarıdır (Hüvelahiri). Yani zahirde, batında, evvelde, ahirde fail olan ilahi hüviyettir. İlahi hüviyetin o mertebelerden; mertebelerin özelliklerine göre zuhurundan ibarettir. İlahi hüviyetin farklı ilahi isimlerle tecellisinden ibarettir. Her fiil bir ilahi ismin, zahir ismiyle zuhura çıkmasından ibarettir. “Nerede olursanız O (ilahi hüviyet) sizinle beraberdir” (Hadid/4) hükmü gereğince tüm taayyün ve tecelli mertebelerinde hâkimiyet, yönetim Zatiyle ilahi hüviyete aittir. İlahi hüviyetin âlemlerde “Kendinden kendine” “Zatından zatına” farklı isim ve sıfatları ile açığa çıkıp yine zata dönmesinden ibarettir. “Hu, O (ilahi hüviyet) her an iştedir, tecellidedir” (Rahman/29) hükmü gereğince her taayyün ve tecelli mertebesinde her an tecellide, faaliyette olan ilahi hüviyetten başkası değildir. “Kendinden kendine” olan tecellisi her an sürmektedir. Tek ve bir olan İlahi Hüviyet, isimlerinin ve sıfatlarının çokluğu ile çoğalmış, farklı görüşleri doğurmuştur.

Fiillerin sonuçlarında ve eserlerinde müşahede edilen her şey Kur’anı temsil eder. Kur’anın tafsilidir. Tek ve Bir İlahi hüviyetin müşahede edilmesidir. Müşahede edilenlerin çokluğu farklı isim ve sıfatlarla zuhura çıkıp çoğalmasından kaynaklanır. Bunların çokluğunu birleştiren ilahi hüviyettir. İlahi hüviyet, her mertebede mevcudun niteliklerine, özelliklerine göre, o mertebenin ve taayyünün gereklerine göre zuhura çıkmıştır. Bütün bu çoklukları birleştiren İlahi Zatın hüviyetidir. Zatın hüviyet-i mutlakasıdır. Hüviyet-i Mutlaka isim ve sıfatları çoğalmış olup, uluhiyeti ile bütün bu çoklukları vahidiyeti ile birleştirmiştir. İşte şuhud edilenlerin tek ve bir kaynağın farklı görünümleri oluşturduğu görüşü, Vahdet-i Şuhud ilminin temelidir. Tüm müşahede edilenlerin batınında ilahi hüviyet mevcuttur.

Çokluğu oluşturan ve birleştiren ise Kur’andır. Kur’an “Cemi esma ve sıfatı cami Zat” olarak tanımlanır. Kur’an ilahi hüviyeti temsil ederek tüm esma ve sıfatları Zat mertebesinde cem etmiştir. Zatın esma ve sıfatlarının zahir olup çoğalması ile müşahede edilenler çoğalmış ama ilahi hüviyet ve benlik Kur’an-Zat mertebesinde bu çoklukları birleştirmiştir (Vahdette Kesret; Kesrette Vahdet). Bunuda uluhiyeti Zatta Allah ismi camisi aracılığı ile yapmaktadır.

“Birimsel Ene” yi, oluşturan kişinin nefsidir. Nefs bir şeyin zatıdır. Allah Zati Nefsini “BEN” olarak adlandırdığı Kendi Zatını seyretmek, bilinmek için alemleri zuhura getirmiştir. Nefesi Rahman tecellisini tüm ayan-ı sabitelere yaymış, “ayan-ı sabiteler” asli üzere kalarak, şehadet aleminde “birimsel nefsler” olarak temsili olarak suret şeklinde, taayyün mertebelerinden geçerek zuhura çıkmıştır. Her benlik (zat, nefs) kendini isim, sıfat, fiil ve eserleriyle belli eder. İlahi Zati hüviyette kendini alemleri zuhura getirerek açıklamıştır.

Kişideki “ene”, nefsin hakikati (nefs-i natıka) daha önce belirtildiği gibi Allah’ın Zati sıfatlarının mazharıdır. Ayan-ı sabiteler İlmi Zattaki hakikatler olarak asılları sabit kalarak, nefs-i natıka aracılığı ile özelliklerini suret olarak zuhura çıkarmak için, şehadet aleminde suretler olarak bedenlerle birleştirilmiştir. Böylece ilahi hakikatlerin, ilahi benliğin temsili olarak açığa çıkması sağlanmıştır. Zuhura çıkan ayan-ı sabiteler değil, ayan-ı sabitelerdeki özellikler, kabiliyetler ve istidatlardır. Yoksa ilmi Zattaki ayan-ı sabiteler varlık kokusu duymamışlardır. Aslı üzerlerinde sabittirler. Eserleri nefs-i natıka vasıtasıyla suret olarak zahir ismiyle açığa çıkmıştır.

Yani “ene” nin açığa çıkışı, nefsteki vasıfların, özelliklerin, istidat ve kabiliyetlerin fiiller ile zuhura çıkmasıdır. Bu Hakk’ın indine göre zahir ismiyle tüm özelliklerin açığa çıkmasıdır. Bu ilahi hüviyetin, o nefs mertebesinde, zuhurundan başka bir şey değildir. İşte alemlerdeki her mevcudun “birimsel nefsinden”, nefsin taşıdığı özellik ve vasıflarla zuhura çıkan ilahi hüviyettir. İlahi Zattır (hüvezzahiri). Ene’nin batınını ise her mevcudun kendini terbiye eden, Hakk’ı bulmasının aracı olan Rabbı hassı olan ilahi isimlerdir. İlahi isimler Zatın, ilahi hüviyetin aynıdır. Her mevcudun batınını temsil eder (hüvel batını). Her ene’nin evveli ise, o mevcudun ayan-ı sabitesi yani İlmi Zattaki hakikati temsil eder. Bu da ilahi hüviyetin ayan-ı sabite mertebesinden zuhurundan başka bir şey değildir. İlahi hüviyette Ferdiyeti Zatta Allah’ın Zati ilminin yine Zat mertebesinde ayan-ı sabiteler olarak farklılaşmasından başka bir şey değildir. Bir ilmin farklı mertebelerden anlaşılması gibi düşünülebilir. Ancak bu Zati ilim Hakk’ın Kendinden kendine yani Zatından Zatına tecelli ile kendini farklı özellikleri ile bilmesinden ibarettir. Bu ilmin bu mertebede zuhuru yoktur. Bu nedenle her mevcudun Allah ilmindeki yerini temsil eden ayan-ı sabite, o mevcudun ilk halini, evvelini temsil eder. Bu da ilahi hüviyettendir (hüvel evvelü).

Her mevcudun şehadet aleminde zuhura çıkıp, ölümü tadıp, ahiret alemine intikal edip son haline ermesi o mevcudun son halidir, ahirini temsil eder (hüvel ahiri). Ki bütün farklı özelliklerde ilahi hüviyetin değişik isimlerle zuhurundan ibaret olup, izafidir. Müşahede edilip, idrak edilen Tek Zat ve Tek hakikattir. O’da Zatın ilahi hüviyeti ve Ben’liğidir. İnsanda kendine verilen “ene” ile yaşayıp idrak ettiği ölçüde Zatı idrak edebilir. Künhü Zat’ı idrak imkansızdır. Allah’ı, ilahi hüviyeti en çok bilen Peygamber Efendimiz (sav) “Künhü Zatını idrak edemedik” ve “Allah’ın Zatını tefekkür etmeyiniz” hadisleriyle bu konuyu bizlere intikal ettirmiştir. İnsana yinede idrak ettikleri ile Zatı’nı bulup O’na nasıl kulluk yapacağını anlayıp şuurlanması için yeterli bilgi sunulmuştur. Buda “abduhu ve resuluhu” gerçeğiyle ilahi hüviyete nasıl kul olunacağı açıklanmıştır. Kur’an ve Sünnet-i Muhammedi ile bu yola girileceği açık şekilde belirtilmiştir. Kur’an ve Sünneti Muhammedi tek kaynaktan, Zattan ilahi hüviyetten köken alan ilahi hüviyetin iki itibari zuhurundan başka bir şey değildir. Zat-ı Ahadiyetinin hüviyet ve inniyet olarak iki itibari olan hususi yönleridir. Alemlerde uluhiyeti ile bu gerçekleri her an, her mertebede insanlara sunmaktadır. İşte bu gerçekleri anlayıp, idrak edip yaşama sokabilmektir amaç. “Nerede olursanız olun O (ilahi hüviyet) sizinle beraberdir” (Hadid/4) ayetiyle “ene” nin “kün” emri ile varlık kazanmasından itibaren her taayyün mertebesinde O bizimle beraberdir.

“… Şah damarınızdan daha yakınım” (Kaf/16) buyururken bu gerçeği bize anlatmaktadır.

İlk varlık tecellisi olan “genel vücud tecellisi” nefesi rahman ile ayan-ı sabitelerdeki istidat ve kabiliyetler, tüm özelliklerin zuhura çıkarılmasıdır. İlmi Zattaki bu özellikler ve kabiliyetler Kur’andandırlar. Zira Kur’an ilahi hüviyeti ve ilahi benliği temsil etmektedir. Zati ilimdeki bu vasıflar ve özellikler, Kur’andan temsiller olarak “zahir” ismiyle şehadet aleminde meydana gelip, açığa çıkarlar. Bu açığa çıkışa kadarki tüm taayyün mertebelerinde latif halden kesif hale geçerek alemlerde zuhura çıkarlar. İlahi hüviyet her mertebede, mertebelerin özelliklerine bürünerek, sonunda şehadet aleminde zahir ismiyle kesifleşerek ve cisimlenerek açığa çıkar. Yani tüm müşahede edilenler, ilahi hüviyetin isimlerinin özellikleri ile görünmesinden başka bir şey değildir. İlahi isimler İlahi Zati hüviyetin farklı özelliklerini açığa çıkaran, kesreti oluşturan faktörlerdir. İlahi isimlerin çokluğu fiillerdeki ve idraklerdeki çokluğu oluşturur. İlahi isimlerin tek ve bir hüviyetten, Zati hüviyetten (hüviyeti mutlaka) köken aldığı idraki ile bu çokluk ilahi hüviyetin tekliğiyle vahdete ulaşır. Zuhura çıkıp, müşahede edilen her şey ilahi hüviyetin farklı mertebelerden zuhurundan başka bir şey değildir (Vahdet-i Şuhud). Tek, bir İlahi hüviyet tecellide olup, farklı isimleri ve sıfatları kanalından alemlerde yüz göstermektedir.

“Nefisler bedenlerle birleştirildiğinde” (Tekvir/7) ayetiyle bir ilim kapısı daha aralanmaktadır. Nefs-i natıka Allah’ın Zati sıfatlarının mazharıdır. İşte bu Zati sıfatlar, sübuti sıfatlar, Halik, Bari, Musavvir esmaları esas olmak üzere diğer esmalarında özelliklerini yansıtacak şekilde bedenin oluşması yani esmaları zuhura çıkaracak şekilde “zahir” esmasıyla birleştirip “insan suretinde” halkedilmiştir. İnsanın kendisinde ve alemlerde ilahi esmaların bilinçli cümbüşünden başka bir şey yoktur. Bir yandan yapar, bir yandan bakar. İşte beden dediğimiz mertebe, İlahi hüviyetin yani Allah’ın zat, sıfat, isim ve fiillerinin tecelli mahallidir. Tecelli her zerresinde isim ve sıfatları ile her an devam etmektedir. Bu nedenle “Allah Ademi kendi suretinde yarattı” ve “Allah Ademi Rahman suretinde yarattı” hadisleri söylenmiş, Yunus Emre’de bu gerçeği “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” dizeleriyle dile getirmiştir. İnsan; Zatının, sıfatlarının, isimlerinin ve fiillerinin tecelli mahalli olarak zuhura getirilmiştir. İnsan bu özellikleri taşıyıp, faaliyete geçirebilecek kabiliyette halk edildiğinden halifedir. Bu nedenle; “Ey Ademoğlu! Seni Kendim için yarattım. Alemleride senin için yarattım” hitabına mazhar olmuştur. Bu nedenle Allah insana muhtariyet vermiş ama onu aslına yerleştirdiği Kur’anla sorumlu tutmuştur.

İnsana Allah’tan ayrıymış gibi izlenimini veren ayrı bir bedene sahip oluşudur. Bu ayrım nedeniyle vehmi benliğe kapılmıştır. Kendi bedeninin özellikle Halık, Bari, Musavvir, Zahir esmaları ile açığa çıkan zat olduğunu idrak etmesi, insanın beden açısından da varlık vehminden kurtulmasını sağlar. Tüm bu özelliklerin İlahi hüviyetin farklı yönler itibari ile zuhurundan başka bir şey olmadığını anlar. İlahi hüviyetin kendi mertebesinden bir zuhur olduğunun şuuruna varır. Nefsine ve Rabbine arif olur. Kur’andaki temsil ettiği özellikleri geliştirmeyi ve Rabbini daha iyi tanıma yoluna girer. Rabbını tanıdıkça, nefsinide başka şekillerde, başka özellikleri ile tanımaya başlar. Bu ise tüm ibadetleri zevkle ve şevkle, bilinçle yapmasını sağlayacaktır. Zira bu yollar ile hem nefs hem Rab bilgisi önemli derecede artar. Zira nefs ilminde tecelli merkezidir. İlahi hüviyetin kendindeki zuhurunu idrak ederek, nefsine gelen safi ilhamlar ile Rabbini daha iyi tanıma imkanına kavuşur.

“Hüvellahûllezi lâ ilahe illa hu” (Haşr/23) ayeti aracılığı ile hüviyetiyle uluhiyet sahibi olan Allah ismiyle alemlerde tek ve bir İlah olarak hükümranlığını ilan etmektedir. “O, ilahi hüviyetiyle Allah’tırki, ilahi hüviyetinden başka ilah yoktur” İlahi hüviyeti ile uluhiyet sahibi olduğunu, alemlerde bu vasfı ile tecelli edip, zuhura çıktığını ifade etmektedir. Uluhiyet tecellisi, zahirde, batında, evvelde ve ahirde “daim ve baki uluhiyet tecellisi” şeklinde olduğunu bildirmektedir. Uluhiyet tecellisinin her taayyün ve tecelli mertebesinde hakim tecelli olduğunu bizlere ilan etmektedir. Zatı, sıfatları ve isimleri kanalıyla uluhiyetini Allah ismi camisi aracılığı ile alemlerde yürüttüğünü vurgulamaktadır.

“Külli şeyin helikun illa vechehu” ayetiyle yani “O’nun vechinden başka her şey helak olacaktır” (Kasas/88) ayetiyle tüm izafi hüviyetlerin helak olacağını ancak Zati ilahi hüviyetin varlığını devam ettireceğini vurgulamaktadır.

Kişinin kendindeki izafi ilahi hüviyetinin Zati ilahi hüviyetin kendi mertebesinden bir yansıması olduğunu, aslında ilahi isimlerden meydana gelmiş olan eşyanın hakikatini, ilahi hüviyet yönüylede idrak etmiş olacaktır. Bu hükümde Hakk’ın hükmüdür. İzafi hüviyetinin aslının İlmi Zat mertebesindeki ayan-ı sabite olduğunu, onunda yok olmayacağının idrakine vararak, bugünden O’na dönmüş olur. Bu mertebe kişinin ilahi hüviyetini ve mertebesini idrakle, dış alemdeki her mevcudunda bu hakikatten hisseleri olduğunun idrakinin birleştiği mertebedir. Böylece hem enfüsde hem afakta Hakk’ı müşahede oluşur ve bu müşahede vahdeti müşahede şeklindedir. Her mevcudada kendi mertebesinden hakkı verilmiştir. Bu sadece ilmi değil yakıyn bir hal ile idraktir.

Allah ilahi Zati İlmiyle, ilahi hüviyetiyle her mertebede zahirde, batında, evvelde, ahirde her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilmektedir. Mutlak Zati Vücud sonradan olana vücud feyzi vermesiyle (genel vücud tecellisi ile) yani letafet mertebesinden kesafet mertebesine tenezzül edip, sonradan olan mevcut sıfatını o mertebede kazanmasıyla “zahir” isminin hükümleri açığa çıkar. Daha önce “Batın” ismi ile letafet halinde iken, Zahir ismi ile kesafet kazanarak ilgili mertebede açığa çıkmıştır. Bizim kesif vücudlarımızda O’nun vücududur. Bundan dolayı bu kesif aynalarda, Hakk Teala kendi Zati nefsini müşahede eder. Bilelim ki Hakk Teala nefsini “Zahir” ve “Batın” olmakla vasfetti. Bundan dolayı alemi, gaybımız ile batını, şehadetimiz ile zahiri idrak etmemiz için gayb ve şehadet alemini var etti. Çünkü O, her mertebede Mutlak Vücudun tenezzüllerinden zahir olmuştur. Ve her mertebe kendisinden önceki mertebeye göre “zahir”, önceki mertebede ona göre “batın” olur.

Hakkın evveliyeti, kayıtlanmış bir evveliyet değildir. Ahiriyyetide kayıtlanmış bir ahirlik değildir. Belki de bize bağlanmış olan işlerin tümü Hakk’a döndüğü için, Hakk “ahir” dir. Mutlak Zat bütün taayyünlerin başlangıcı olduğu için, mevcut olan evveliyeti ve bütün taayyünlere bağlanan işin Mutlak Zata dönmesinden dolayı onun mevcut olan ahiriyeti, Zatının mutlaklığı üzerine ilave iş olmayıp, nispi iş olduğundan, Hakk evveliyet hakikatinde “Ahir” ve ahiriyet hakikatinde “Evvel” dir.  

Hakk bizim hakikatlerimize (ayan-ı sabitelerimize) göre “evvel” olmakla beraber, Mutlak Zat mertebesinde O’na evveliyet bağlanamaz. Çünkü Mutlaklık mertebesinde bütün bağıntılar mahv olmuş ve yok hükmünde olan şeylerdir. Ve izafi vücudların başlaması kendisinden olduğu için, bu izafi vücudlara göre “Evvel” denildiği gibi, yine bu izafi vücudların sona ermesiyle geriye kalan kendisi olduğu için O’na “Ahir” denildi.

İlahi hüviyet kendini itibarlara göre zahir, batın, evvel, ahir olarak niteledi. Ve tüm bu hakikatlerde ve tüm mertebelerde her şeyi bilici olduğunu ilan etti. İlahi hüviyetiyle de her an tecellide olduğundan, bu her an oluşan tecellinin hükümranlığını elinde tuttuğunu açıkladı. “Kendinden kendine” bir seyir olan tecellilerini bilinmek için zuhura çıkarttığını belirtti.

İşte bizde bu tecelliler içinde iken, şahsımıza düşen görev, Rabbımızı ve O’nun uluhiyetini en güzel şekilde idrak etmeye çalışmak, gayret etmek olmalıdır.

Allah benliğini, Zatı nefsini alemler de iki şekilde zuhura çıkarmıştır. Biri İnsan-ı Kamil, diğeri Kur’an-ı Kerim. İkiside hüviyet gaybından köken alan Allah’ın Zatının aynasıdır, aynısıdır. Bu nedenle hadis-i şerifte “Kur’an ve İnsan-ı Kamil aynı batından doğan ikiz kardeştir” buyurulmuştur. “Ne var Adem’de, o vardır alemde” tasavvuf kuralı ile alemlerdeki her şey İnsan-ı Kamil’de ve Kur’anda dürülmüştür. Zahir, batın, evvel, ahir hepsini İnsan-Kuran kapsamaktadır. Allah alemler aynasını, İnsan-ı Kamil ve Kur’an olarak özetlemiştir. İnsanın nefsini, özellikle Nefs-i Muhammedi’yi Kur’an ile insanlık alemine “rahmet” olarak sunmuştur. İkisininde kaynağı “hüviyet-i mutlaka” hüviyet-i Zattır. Bu nedenle Kur’an ahlakı aynı zamanda Allah ve Peygamber ahlakıdır.

Hakk’ın hüviyeti kulda, yani Hakk’ın isimlerinde bulunmaktadır; kulda, ilahi isimlerin dışında değildir. Kulun azalarının hareket sebebi onun batınıdır. Kulun batını, görünme yeri, zuhur mahalli olduğu ilahi isimlerden bir isimdir ki; onun idare edicisi ve ruhudur. Onu harekete geçiren ve zuhura çıkartan o isimdir. Ve kulun zahiri o taayyün etmiş isim ve eserleridir. Bundan dolayı Hakkın hüviyeti yine Hakkın taayyün etmiş bir ismi olan kulun zahir olan vücudunda bulunmuş olur ki, bu gayr değildir. Halk edilmiş mevcutların tamamı Hakkın taayyün etmiş isimlerinden ibarettir. Hakkın Zahir ve Ahir isimleri kul içindir. Hüviyeti ve batını olan Hakk’a bağlı oluş yönüyle, Hakk içinde Batın ve Evvel sabit olur. Çünkü kulun vücudu, Hakkın Vücudunun taayyününden ibarettir. O’ndan başlamıştır. Kul zahir olduğunda, Hakk kulda batın olmuştur. Evvel, Ahir, Zahir, Batın halk edilmişlerin itibari vücududur. Bağlantılardan ve izafetlerden ibarettir. Halkın vücudu taayyünü olmasa idi, bağıntılardan ibaret olan bu isimler görülemezdi. Hakkın tecellisi isimleri dolayısıyladır ve isimler bir diğerinden farklı ve muhteliftir. Bu nedenle tecellisinde tekrar yoktur. Zira görünme yerlerinin istidatları da çok çeşitlidir.

Hak, yokluk sıkıntısından kurtarmak suretiyle, isimlere rahmet etmiştir. İlahi isimlerden ibaret ayan-ı sabitelerimizi bu rahmet ile İlmi Zatta varlığa çıkarttı. Nefesi Rahmanisi ile ilmi suretler şeklinde ilk zuhura çıkışı gerçekleştirdi. O ilahi isimlerin eserleri ve hükümleri taayyün ile ortaya çıktı. Bu rahmetle kendisinin bizim hüviyetimiz olduğunu bildirmiş oldu. Hak, kendi nefsinden dolayı, nefsine rahmet etmiş oldu. “O” nun nefsi bizim hüviyetimiz oldu. Bu yolda “Nefsi bilen, Rabbı bilmiş” oldu. Hakkın Zati Nefsinin bizim hüviyetimiz olduğunu “işiten kulağı, gören gözü… olurum” kudsi hadisiyle bize bildirmiş oldu. “O” nun nefsi, bizim hüviyetimizin ve batınımızın aynıdır. Her bir nefs kendi mertebesinde O’nu temsil etmektedir. İlahi isimler arasında farklar olduğu gibi taayyünler arasında da farklar vardır. İlahi isimler Hakk’tır ve onlar ile isimlendirilerek işaret edilen mevcutlar Allah’dan gayrı değildir. Zahir ismiyle açığa çıkışıdır. Alemlerdeki mevcut suretlerin batınıda, hüviyetide Hakk’tır. Tabidir ki kendi nefsi mertebesinde her mevcud, Hakkın o mertebedeki hüviyetidir.

Cenab-ı Hakk her şeyin hakikati, hüviyeti olduğunu tenbih ve işareti üzere “hüvel evveli vel ahiri vezzahiri vel batın” (Hadid/3) buyurmuştur. Cenab-ı Hakkın her şeyin ayn’ı (zatı, hakikati) olması, gerek ilim ve gerek ayn alemlerinde ilahi isim ve sıfatlarına aid libaslarla zahir olması itibariyledir. Hakk Tealanın kemalatı suretlerinden isim ve sıfatlarıyla zuhurundan ibarettir.

Vücudun (Varlık) Hakk Teala Hz. lerinin kendisi olduğunu bildiğin zaman Cenab-ı Hakkın “Nerede bulunursanız bulunun O (hüve) daima sizinle beraberdir” (Hadid/4) ve “Biz ona şah damarından yakınız” (Kaf/16) ve “Ve fi enfüsiküm efela tübsirun” yani “Ve bizzat nefsinizde, kendi varlığınızda. Böyleyken gözünüzü açıp gerçeği görmeyecek misiniz” (Zariyat/21) ayeti kerimelerinde ki hükümlerle ilahi esrarı ve beyanı ile tevhid ile ilişkisi yakinen anlaşılır.

“O her gün (her an) bir tecellidedir” (Rahman/23). Bu itibarla Cenab-ı Hakk tüm taayyün ve tecelli mertebesinde şuur ve tecelliyatı daim demektir. Bütün her şey Cenab-ı Hakkın ilahi mertebeleri itibariyle Zati tecelliyatından gayrı bir şey değildir. Ve bu tecelliyat dahi Vücudda vaki ilk kesrettirki Ahadiyeti Zat ile halkın zuhuru arasında bir berzah, bir mertebedir.

Alem Hakk Teala’nın suretidir. Hakk Teala da alemin ruhu ve hüviyetidir. Tüm taayyünat Vücud-u Vahidi Hakta (Vahdeti Vücud) Cenab-ı Hakkın Zahir isminin hükümlerinden ve Zahir ismi dahi Cenab-ı Hakkın Batın isminin aynasından ibarettir. Alemlerin Allah’a ihtiyacı Zatidir. Hakk Teala kamil olduğu için halk etmiştir. Yoksa kamil olmak için halk etmemiştir. İnsanın zahirinin nispi bir sebatı, batınının ise çoğalması, çeşitlenmesi vardır. Buna karşın Hakkın zahirinin çeşitlenmesi, çoğalması; batının ise sebatı vardır. Buna göre Hakkın batını, insanın zahirinin aynı; zahiri, insanın batının aynıdır.

Hakkın ve alemin zahirliği; Hakkın ve alemin batınlığı, zuhur ve batınlığı birleştiren “hüviyet” mertebelerinde tam olarak mertebenin suretiyle birleşir, tahakkuk eder. Bu durumda nefisler kesreti vahdette, vahdeti kesrette “hüviyet” itibari ile bütünlemiştir, tevhid etmiştir.

Hakkın mutlak zahirliği, batını için tecelligah olduğu anlamındadır. Mutlak Vücud bu isimleri Ahadiyeti Zatta tevhid eder. Zahirin taayyünü mazharın, tecelligahın taayyününe ve istidadına tabidir; mazharın zuhuru ise Zahir’in zuhur etmesine tabidir.

Zahir, batına tabidir, çünkü ameller niyetlere göredir ve niyette gerçekte huzur, düşünce hükümlerinden birisidir. Bunlar ise ilme tabidir. Çünkü huzur, malumun ortaya çıkma talebinden ibarettir. İlimde maluma tabidir.

Hak, vahdet-i vücud itibariyle, hem zuhur eden ve hemde tecelligahtır. Hak, kendisinden zuhur eden şeyde tecelli eden el-Batın’dır. Hak, hüviyetinin batını açısından her bir ayan-ı sabitede tecelli eder; bu haller Hakk için ve birbirleri için “zuhur” nispeti açısından Hakk ile ve Hakk’tan taayyün ve zuhur etmişlerdir. Çoğalan her şey (kesret), Hakkın hallerinin hükmünün tafsilidir ve bu haller O’nun varlığında, Vücudunda, hüviyetinde zuhur etmiştir. Bu da vahdet-i şuhud ve Vahdet-i Vücudu açıklayan hususlardır.

O (Hüve), mutlaklığı ve el-Batın ismi ile isimlendirilmesi cihetinden Mutlak Hüviyet Gaybının tecelligahıdır; böylece Hakkın zahiri, batını için tecelligah olmuştur. Bir olan Vücudda bu tecelligahın çoğalmasının sebebi, tecelli edenin şe’nlerinin ve tecellilerinin tertip ve zamana (ed-Dehr isminin hükümlerine göre) göre düzenlenmesi itibariyle çoğalmasıdır. Batınlık ve zuhur bir tek kaynağa, Hakka ait iki nispettir. Bu iki husus, nispet, Hakka göre değil, zuhuru ve idraki yenilenen kimseye nispetle taayyün ederler.

Batından ortaya çıkan şeyi, Zahir alır; aynı şekilde zuhur eden şeyden gaip olan şeyde Batın olana aittir. Bu hususta şu ayetler önem taşır: “Varış ancak Rabbinedir” (Necm/42) “İşlerin sonu Allah’adır” (Lokman/22)

Hakkın gaybı şehadetinin, şehadeti gaybının aynıdır. İlahi hüviyetin Zahir ve Batın isimleri ile farklılaşmasından ibarettir. Cenab-ı Hakk insan içinde bir zahir bir de batın halketmiştir. İnsandaki zahir ve batın idraki Allah ile vaki olmuş ve vücuda zuhura gelen her çeşit tecelliyatta kullarına zahir ve batın esmalarıyla Allahu Tealanın gelmiş demektir. Bu tecelliyat ister gayb aleminden ister şehadet aleminden olsun Cenab-ı Hakkın Zahir ismindendir. Batın ismine gelince, nispetin hakikatinden mevcut olanda sade bu batın nispetidir.

Zira tecelli, tecelli mahalli olan kimseye zuhurdan başka bir şey değildir. Alemin evveliyeti ve ahiriyeti izafidir. Cenab-ı Hakkın ise evveliyeti ahiriyetinin aynıdır. Bu nedenle “O (Hüve) evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır; O (Hüve) her şeye alimdir” (Hadid/3) buyurulmuştur. Bu suretle Cenab-ı Hakkın eşyayı yani mevcutları bilmesi Zatidir. Cenab-ı Hakkın zahir olmasındaki fayda, Cenab-ı Hakkın müşahedesidir. Cenab-ı Hakk zahir yüzünden meşhud (açıktır). Batın oluşu itibariyle (açık) ve meşhud değildir. Batın olarak meşhud edilir gibi idrak olunur. Kemal, bu ayeti her yönüyle idrak edebilmektedir. Şu nokta önemlidir ki, Allah Teala uluhiyeti ile bize tevhidi emretmiş, fakat Künhü Zatı ilahiyesini düşünmekten de bizi sakındırmıştır. Kişi zahir-batın olarak menzilesini bilmek için şu hususları dikkate almaktadır:

Cesedin sana nispetle ne menzilde ise sende Hakk Teala için tıpkı o menzildesin. Bununla birlikte cesedini terbiye eden ruh, cesedine nispetle ne menzilde ise Hakk Tealada sana nispetle tıpkı o menzildedir.

Beden ruhun suret ve mazharı, hemde kemalatının mazharıdır. Bedeni şehadet aleminde takviye eden bu ruhtur. Ruh mertebesi ahadiyet mertebesinin gölgesi, kalb mertebesinde vahidiyet mertebesinin gölgesidir. Alem her anda Zatı ile Hakka muhtaçtır. Hakk varlık ile “genel vücud tecellisi” ile aleme imdat eder.

Cenab-ı Hakkın fail olmasının manası, Cenab-ı Hakkın Halik ve muhteri olması demektir. Kulun fail olmasının manası, kulun kudret icadının mahalli olmasından ibarettir. Çünkü kudretin icadından evvel kul iradesinin ve iradenin icadından evvelde ilmin icadına mahal ve mazhardır. Bu nedenle hareket, fiil kudrete, kudret iradeye ve iradede ilme bağlanmış olur.

Allah Mutlak failin Allah olduğunu şöyle açıklar:

“Kul küllün min indillah”

“(ey Resulüm) De ki: Hepsi Allah’ın katındandır” (Nisa/78)

Bütün işler Allah’ın Ahadiyeti Zat mertebesinde, Allah’ın indindendir. Ahadiyeti Zatın taayyüne tenezzül etmesi ile tek vücuddaki zuhurlarından ibarettir.

Kesbin manasıda irade sıfatının gayrısının fevkinde bir fiile taalluk edince kudreti ilahiyye o işi, irade sıfatının taalluku anında icad ediverir.

Alem tamamiyle cevherde (Zatta) kaim bir takım temsilden ibarettir ve bu cevherde tektir. Başka bir ifadeyle, suret, araz ve mizaç itibariyle eşya (mevcutlar) birbirinin gayrı, Vücud itibariyle aynıdır. Hakiki abd da, Hakk Tealayı her şeyde müşahede eden kimsedir. Arif de odur. Bu hususda Allah Teala şöyle buyurduğunu hadisle bildirilir:”Allah Tealanın likasını seven kimsenin Allahu Tealada likasını sever”

Salik, müşahedesinde Hakk’ı zahir, halkı batın olarak idrak ettiğinde “Cem” makamındadır. Bu makamda halk ayna olup, oradan Hakk zahir olur. Bu makamda vahdet şuhudu galiptir. “Hakk geldi, batıl yok oldu” (isra/81) şuhudu hakimdir. Bu makamda “Fe eynema tüvellü fesemme vechullah” (Bakara/115) “Nereye dönerseniz Allah’ın vechi (zatı) oradadır” müşahedesi galiptir.

Adem’de Hakkın varlığı biaynihi tecelli etmemiş olsaydı Hakk, Ademe meleklerin secde etmesini emretmezdi. Bu ayniyetle Adem’e secde Hakk’a secde oldu. Hakk hüviyeti ve enniyeti ile zuhurda olduğundan Hakk müşahede edilmektedir. Bu halde şu hadisle ifade edilmiştir: “Kulun lisanından söyleyen, işiten ve şükreden Allah’tır”. Bu makamda olan salik, “her ne ahkam zahir olursa, onu Hakk’a isnad eder” Kul bu makamda Hakk’ın benliği ve hüviyetiyle örtünür. Bu, Hakk’ın özellik ve niteliklerin mevcutlardaki mazhariyetidir. Hakk’ın, isim ve sıfatları ile mevcutlarda tecelli etmesidir. “Kesrette vahdet” (Çoklukta birlik) müşahedesi hakimdir. Hakkı mevcutlarda görmek, idraki, dikkati Hakk’a yöneltip Hakkı görmekdir.

Salik, müşahedesinde halkı zahir, Hakk’ı batın olarak müşahede ederse Hazretül Cem makamındadır. Burada Hakk aynasından halk zahir olmuştur. Kulluk makamıdır. Şu hadisle ifade olunur:

“Eğer kul bana nafile ibadetlerle yaklaşırsa Ben onu severim. Ben onu sevince onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum”

Cem makamında, gören, bilen, işiten, yapıp eden kulun kuvasıyla Hakk’tır. Hazretül cem makamında, gören bilen, işiten yapıp eden Hakkın kuvasıyla kuldur. Bu makamda “vahdette kesret” (Bir deki çokluk) müşahedesi hakimdir.

Bu makamda Allah, kulun aza ve organları ile, mevcutların fiilerinde faaliyettedir.

Salik müşahedesinde Zahir olsun, batın olsun cümle var olanın hüviyetiyle Hakk olarak müşahede edildiği makam Cem-ül Cem makamıdır. Çünkü Hakk, Zahir ismiyle suret yönüyle halktır, kesrettir. Halkda mana yönüyle batın olarak Hakk’tır, vahdettir. Cem-ül cem makamı Hakk ile halkı, vahdet ile kesreti, zahir ile batını, evvel ile ahiri birleştirip bütün bunların aynı anda hem Hakk, hemde halk olarak müşahede edildiği yerdir. Bu durumda mevcut olan her şey mana ve batın olarak Hakk’tır; Hakk’ın evvelidir ve batınıdır. Hakk’ın tecelli edip, taayyün etmesiyle varlık alanında mevcutların belirmesi ise halktır. Halk ise Hakk’ın ahiridir ve zahiridir. Hakk ilahi hüviyetiyle zahiri, batını, evveli, ahiri ile her şeyi birleştirir. “Hüvel evveli, vel ahiri; vezzahiri vel batın” (Hadid/3)

Evvel Hakk, ahir Hakk, zahir Hakk, batın Hakk’tır. Bu makamda şirk kalmamıştır. Ancak evvel, ahir, zahir, batın esmaları kalmaktadır. Bunlarda Hakk’ın bağıntıları ve izafetleridir. Cem-ül cem makamında halka halk nazarıyla bakarsan halktır. Hakk nazarıyla bakarsan Hakk’tır. Halk esmalarıyla zahir olan Hakk’tır; O dur, ilahi hüviyettir. Her zerre O’nunla kaimdir.

Cem-ül cem makamına gelmiş olan salik, kendi zatı ile Hakk’ın zatının aynılığınıda, gayrılığınıda bilip, idrak ve zevkine ulaşmış biridir. Zahiri şeriat, batını hakikattir. O, bu makamda güzeli, çirkini, iyiyi, kötüyü, Hakkı batılı fark eder ama gerektiğinde hepsini aynı potaya koyup eritebilen ve bu durumda aslında aynı hakikatin farklı yüzleri ve sıfatları olduklarının idrak ve zevkine varan bir insandır. Cem-ül Cem makamı kişinin gizli şirk dahil, tüm şirklerden arındığı makamdır. Ubudiyet makamıdır. Cem-ül cem makamını idrak eden kişi, Hakk’ın tecellilerini tam olarak yansıtan, cilalanmış saf bir ayna gibidir. O ayna ve o aynadan görünen net ve saf görüntü yalnızca Hakk’tır.

“Allah, nefsine (Zatı Nefis) karşı gelmekten sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah’adır.” (Al-i İmran/28) buyururak Zati Nefsinden zuhura çıkardığı “Muhammeden Resulullah” ile açtığı Kur’an ve Sünneti Muhammediyeye uymamızı istemektedir. Aksi durumun Allah’ın Zatı Nefsine karşı gelmek olduğunu açıklamaktadır. İlahi hüviyet kaynaklı Kuran ve Resul Zati Nefsinin alemlere kendi nefsini (Zatı Nefsini) sunmasıdır.

“Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felakete duçar olmaması için Kur’an ile nasihat et” (Enam/70) buyurarak Zatı Nefsinin açılımı olan Kur’an ile İnsan-ı Kamili birleştirmiş, bu vasıtayla insanlarla Hakça muameleyi önermiştir.

Âlem-i Misâl : (Misâller âlemi) Bu mertebe Zât’ın hariçte bir takım lâtif şekil ve sûretlerle zuhurudur. Bu mertebeye “misâl âlemi” denilmesinin sebebi, “Rûh âlemi”nden meydana gelen her bir ferdin, cisimler âleminde kazanacağı sûrete benzeyen bir sûretin bu âlemde meydana gelmesidir. Bu sûretleri hayâlimizde idrak edebildiğimiz için, buna “hayâl âlemi” de diyebiliriz. Tasavvuf erbabı misâl âlemini iki kısma ayırmışlardır.

1. Buna “misâl-i mutlak”, “hayâl-i mutlak”, “hayâl-i munfasıl” (ayrı olan hayâl) gibi isimler verilir. Bu âlemin idrak edilmesi için, insânın hayâl kuvveti şart değildir; görme kuvveti ile de idrak edilebilir. (Aynada ve parlak satıhlarda görünen sûretlerin göz ile idrak edilmesi gibi...) Bu mertebeye

“ayrı olan hayâl” denmesinin sebebi insânın “hayâl kuvveti”nden ayrı olarak mevcûd olmasından dolayıdır. Rûhların ceset rengiyle görünüşü bu kısımdandır. Nitekim ölen bir kimsenin rûhu, rü’yâda cismani bir sûretle görülebilir. Kâmilin Rûhu, müridine cismani sûretle görülebilir. Kâmilin Rûhunun, müridine cisim olarak görünmesi de bu kabildendir.

Misâl âlemine, “berzah”, tif olan mürekkebât âlemi” de derler. Bir kısım kimseler “âlem-i ervah”ı “misâl âlemi”yle bir sayarak, her ikisine “Melekût âlemi” demişlerdir. Misâl âlemi, “âlem-i ervah”ın feyzini şehâdet âlemine ulaştıran bir vasıtadır. Rûhlar ile cisimler arasında bir berzahtır.

Bu yüzden her iki âlemin hükümleri bu âlemde toplanmıştır. Çünkü hem zâhir, hem de bâtındır; bununla beraber her iki âlemin gayrıdır. Cisimler gibi, uzunluk, genişlik ve derinliğe sâhiptir. Rûhlara nispeten kesif, cisme nispetle lâtiftir (Cinler de bu âlemdendir). Aynada görülen bir sûretin genişliği, uzunluğu ve derinliği nasıl hayâlen varsa, hayâl âleminin varlıkları da böyle müşahade edilir; rûhani ve lâtif olduklarından el ile tutulamaz bıçak ile kesilemezler. Maddeden sıyrılmış olan zâtların sûret ve benzer cisimlerde müşahedesi, “âlem-i misâl”de vâki olur. Nitekim Hz. Cibril bazı vâkitlerde “server-i âlem” (sav) Efendimiz’e, ashâb-ı kirâmdan “Dıhye-i Kelbi” sûretinde zâhir oluyordu. Hızır ve enbiya (a.s.) ile evliyâ-ı kirâm hazarâtının müşahadeleri bu âlemde vâki olur. Bu âlemde zâhir olan şeyin, his ve şehâdet âleminde zuhurundan evvel görülmesi mümkündür. Nitekim irfan ehlinden ve diğer insânlardan birçok kimseler rüyâlarında bir takım vukuat müşahede ederler, ki onun eseri sonradan “âlem-i şehâdet”te meydana gelir. “Misâl âlemi”nin sûretleri insâna, rüyâda; “havâss”a ise, hem rüyâda, hem de uyanıklık halinde münkeşif olur.

2. Misâl mertebesine bitişik ve onun bir kanalı durumunda olan ve “insânda mevcûd” bulunan “hayâl”dir. Buna yukarıdaki “hayâl-i mutlak” mertebesine nisbetle, “hayâl-i mukayyed” isimleri de verilir. İnsân vücûdunda bulunduğu için “hayâl-i muttasıl” (bitişik hayâl) de denir. Çünkü bunun insân varlığı dışında vücûdu yoktur. Bu âlemin idrak edilebilmesi için insânın “hayâl kuvveti” şarttır. Bu “rüyâ âlemi”dir. Bir tarafı misâl âlemine ve bir tarafı da insâna bitişik olan hayâl-i mukayyet âleminde yani rü’yâda süflü/aşağı âleme ait sûretler gördüğü vâkit, bunların bir hakikati olmadığı fâsid/kötü/bozuk hayâllerden ibaret olduğu bilinmelidir. Bunlar mânâsız rüyâlar olup yorumları yoktur. Fakat riyazâtlar ve mücâdeheler ile kâlb aynası saflaşmış ve “şehvet”lerden kurtulmuş ve mâsivâdan uzaklaşmış âriflerin hayâl aynasında görülen sûretler “misâl âlemi”nden aksediyorsa, bu hayâller ister uykuda, ister uyanıklık halinde görülmüş olsun, gerçek ve doğrudur. Zira “misâl âlemi”, Cenâb-ı Hakk’ın ilim hazinesi olduğu için oradan akseden “hayâl” ler bir hakikati aksettirir. İnsân “hayâl kuvveti” sayesinde misâl âlemine dahil olup, orada temessül etmiş gayb mânâlarına muttali “vakıf” olur. Görülen bu sûretlerin bazıları tabire muhtaç olur, bazılarıda tabir gerektirmez. “Doğru rüya, Allah’tan bir vâhiydir.” (hadis) “Doğru rüya, peygamberliğin kırk altı parçasından bir parçadır.” (hadis) Onun için rüyâda görülen bu çeşit hayâller iki kısma ayrılırlar.

a.    Keşf-i mücerred : (Açık Rüyalar)

Duyularla idrak edilen, sûretlere uygunluğu olan sûretlerin görüldüğü rüyâdır. Buna gaybda olan sûretlere vakıf olmak denir. Bu türden olan rüyâların tevil ve tabir edilmesine ihtiyaç yoktur. Görüldüğü gibi aynen zuhur etmesi ümit edilir. Nûr, “mutlak misâl âlemi”nin asli sıfatıdır. Rüyâda bu “nûr”, insânın “hayâl”i üzerine yayılır. İşte bundan dolayı “sâdık rüyâ” Hz. Peygamber Efendimizde “vâhy’in başlangıcı” olmuştur. İlk vâhyi teşkil eden bu rü’yâları “keşf-i mücerred” şeklindedir. Fakat Hz. Peygamber, ilk vâhiylere rüyâda nail olmuş ise de, ona “uyur” denilemez.

b.    Keşf-i muhayyel : (Tabir Gerektirenler)

Rüyâda, duyularla idrak edilen sûretlere doğrudan uygunluğu olmayan sûretler görmektir. Bu tür rüyâlar tabir edilir; tabir edilmeksizin anlaşılması mümkün olmaz. Tabir ise, rüyâda görülen sûretlerle münasebeti olan duyular âleminden bir sûret ile yapılır. Mesela Rasûlullah’ın, rüyâda kendisine ikram edilen “süt’ü” “ilim” ile yorumlamaları gibi... Süt ile ilim arasındaki bağlantı, “süt”ün, beden için, gıda; “ilm”in de, Rûh için gıda olmasıdır. Rüyâ tabirinde belirli kaide, kanunlar yoktur. Rüyâda görülen tabire muhtaç sûretlerin yorumu, ancak kendisine“ilm-i Nûraniyyet” ihsan edilmiş kimseler tarafından yapılabilir. Kendisinde bu ilim olmayan kimseler rü’yâda görülen sûretlerin mânâsını anlayamazlar. Zira rü’yâda benzer sûretler gördükleri halde her şahsa ayrı yorum yapılır.

 

Şehâdet âlemi: (Şehâdet mertebesi zât’ın hariçte cisim sûretiyle zuhurudur.) Misâl âlemindekinin aksine olarak bu âlemdeki varlıklar, cüz’ler haline konabilir, bölünebilir, yarılabilir ve bitişebilirler. Bu mertebeye “şehâdet âlemi” denilmesinin sebebi, beş duyu ile idrak edilmesi ve aşikar müşahede edilebilmesidirBu âlemdeki sûretler “rûh sahibi olan” ve “rûhu olmayan” diye ikiye ayrılabilirse de, hakikatte her varlığın kendi mertebesi itibariyle bir “rûh”u vardır. Zira “şehâdet âlemi”ndeki her sûretin “a’yân-ı sabite” mertebesinde, “sabit” olan bir “ayn”ı yani hakikati vardır. İşte bu “hakikat” bu sûretin “müdebbiri” (tedbir edicisi), “mutasarrıfı” (tasarruf edicisi) ve “rûhu”dur. Fakat şehâdet âlemindeki bütün varlıklarda “hayat” kemâl halinde tezahür etmemiştir. Zira bunların bazısının taayyünü, “hayat”ın tam olarak zuhur bulmasına müsait değildir. “Şehâdet âlemi”ne “kevn ve fesad” (oluş ve bozuluş) âlemi de denilmiştir. Zira “kevn” bir sûretin meydana gelişi, “fesad” ise, bu sûretin dağılıp yok oluşudur. “Şehâdet âlemi”ndeki oluşumları meydana getiren isimler, yüce Hakk’ın “Melik” ismi kapsamındadır. Gerçekten bu âlem, hiçbir âleme benzemeyen ve hepsinden kemâlli olan “Hz. Şehâdet”tir. Melikkiyyet; Bütün isim ve sıfatlar kendi hakkını almış olarak faaliyet sahasına gelmeleridir.

 

“Hazret-i Şehadet” ef’al âleminde,

1.    Allah’ın tenezzülü
2.    Kûr’ân’ın tenezzülü
3.    İnsân-ı Kâmil’in tenezzülü
4.    Zâtının tenezzülü
5.    Beyt’inin tenezzülü
6.    Mânâların tenezzülü
7.    Sıfatların tenezzülü
8.    Rûh’un tenezzülü
9.    Nûr’un tenezzülü
10.  Esmâ’ların tenezzülü
11.  Meleklerin tenezzülü
12.  Nefs’in tenezzülü
13.  Mertebelerin tenezzülü
14.  Âdem’in tenezzülü
15.  Peygamberlerin tenezzülü
16.  Kitapların tenezzülü
17.  İblis’in tenezzülü
18.  Muhabbet’in tenezzülü
19.  Lika (buluşmanın) tenezzülü
20.  Hakikat-i Muhammed’in tenezzülü vardır.

 

Bu kadar çok tecelliyi ancak içinde yaşadığımız ef’al “Hazret-i Şehadet” âleminde bulmaktayız. Bu kadar değerli bir âlemin kıymetini bilmeliyiz. - Kendine gelme kendini bulma, - Lika (mülaki-buluşma), - Sevgi muhabbet aşk, - Zuhur tecelli, - Bilinç ilim, - Var olma kimlik bulma, ilâhi benlik, - Kitabullah Habibullah Marifetullah tahsili bu âlemdedir ve burada kazanılmaktadır, - Burası ilâhi yaşamın tatbikatlı her mertebeden sınıfları olan ilâhiyyat tahsili yapılacak  yegane okuldur. - Beytullah da buradadır. Ancak bütün bunlardan bizleri uzaklaştıran zıt güçler de “şeytan” buradadır. Her işlere yardımcı güçler de “melek” buradadır. Her türlü ahlâkları olan hayvanlar da buradadır ve insânlar da burada’dır. İşte bu güçler arasında öyle bir yaşantı (cümbüş) vardır, ki akıllâr hayrette kalır. Birbirine karışmış olan bu yaşam sahnesinin ismi “âlem-i şehâdet” üzerinde bulunduğumuz yer de, bizim dünyamızdır ve bu âlemlerde bütün isimlerin zuhur sahası ve oyun sahnesidir. Âlemlerin meydana gelişi, her varlığın kendi mertebesi itibariyle “zât-ı Ulûhiyyet” i “takdis” (mukaddes) kılmak içindi. Madde - Cisim -Melikiyyet: Ef’âl âlemi: “Âlem-i Nasût” “Vücûd’u mutlak”ın her mertebede, “vücûd’u mevcud” olarak zahir ismiyle zuhur edişinden ibarettir. “fiiller kuvvet ile meydan geleceğinden, efali ilâhiyye dahi Malaike-i kiram ile zahir olur.” Fiil kuvvete, kuvvet iradeye, irade ise, zâta bağlı olduğundan, ortaya çıkan fiil zâtın o mertebedeki ismi ile zuhuru demektir. Ef’ali ilâhi dahi her tenezzülünde o mertebenin ismi ile bir kuvvet ve güç neticesinde zuhur etmektedir. zâti ilginin insânla birlikte olmasıdır bu âlemin tamamı “tafsil-i Kûr’ân” dır. Diğer ismi ile “Kûr’ân-ı ef’aliye”, fiili Kûr’ân’dır. Zuhur ve müşahede âleminde zât-ı ilâhinin şiddetle zuhurundan başka bir şey değildir. Zât-ı ilâhi rûh, nûr ve madde mertebesiyle zuhurdadır, bunlardan “nûr” ve “rûh” unu tekrar geri, yani kendisine çektiğinde âlemlerden eser kalmayacaktır. “külle yevmin hüve fiy şe’nin” “O, her gün yeni bir iştedir” “Fusüsu’l Hikem” adlı eserinde Muhyiddin-i Arabi Hazretleri bu ayet hakkında şöyle demektedir:

 

Vücud-u mümkinat, varlıkların suretlerini Hakk’ın zuhurundan var etti. Ve bu zuhur ise Tecelli-i Hak’tır. Tecelli-i Hak’ta başka (gayrı) yoktur. Tekrarı dahi yoktur.” her an bütün alemde ve varlıklarda değişimde “şe’nde” olan bizzat O’dur. Bütün suretler, zuhurlar “Tecelli-i Hak”tan başka bir şey değildir. Ve bu “Tecelli-i Hak”ta “baka” yoktur: Hiçbir şey sabit değildir. “Tecelli-i Hak”ta “baka” olmadığı gibi tekrarı dahi yoktur. Aynı tecelliyi iki defa tekrarlamaz, bir varlığa iki defa aynı tecelliyi yapmaz. Yani imkan aleminde (bu alemde) var olan bu vücud, bu varlıklar, hangi şey nerede meydana getirilecekse orada meydana gelen, Hakk’ın zahir ismiyle zuhurundan başka bir şey değildir. Cenab-ı Hakk bu varlıklarda “ef’al”, “esma”, “sıfat” tecellilerini sürdürmektedir. İnsanda da zati Tecellilerini zuhura getirmektedir. “O her an yeni bir şandadır..”. Düsturunca, mertebeler ve makamlar vardır... Her makamda bir oluş ve her mertebede ayrı bir yüz gösterir... Her yüzde ayrı bir güzellik; her güzellikte ayrı bir aşk; her aşkta ayrı bir gamze; her gamzede türlü işve; her işvede türlü oyun; her oyunda türlü naz; ve her yerde de türlü avaze gösterir... Onun için aşık kararsız, tutkun, divane olur... Türlü türlü hallere ve sevdalara uğrar, kah kabz ve celal mazharı, kah bast, zevk, şevk, ve safay-ı cemal mazharı olur... Kah nazla, kah niyazla sıfatlanmış olur. Değişik değişik işve ve nazlarla daima aşk halinde, cilve, şive gösterir ve bunların hiçbirisini arif reddetmez... Hal böyle olunca, aşık kendini nasıl belirli bir itikad ve hal ile kayıtlasın...


         önceki sayfa            sonraki sayfa

Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam184
Toplam Ziyaret840848
Hava Durumu
Saat
Takvim