Üyelik Girişi
Site Haritası
Önerilen Siteler

ilmi tevhidi efal

İlmi Tevhid-i Efal:

Mülhime nefis mertebesi Hak-salik-fiil üçlüsünde hangisinin ne rol aldığını ve tüm bu bilgileri değerlendirip tevhid edileceği nefs mertebesidir. Zira Hakkın fiillerdeki rolü, insanın fiillerindeki rolü ve fiillerin özellikleri, fiillerin Hakk’mı batılmı olduğunun anlaşılacağı mertebedir. Temel olarak kulun fiilinde kuvvet ve kudret olarak Allah vardır, fakat kul kendisindeki izafi ve nispi kuvvet ve kudreti kullanmada aklı, ihtiyarı ve iradesi ile seçim yapma hakkına sahiptir. Hakk öncelikle irade tecellisi ile tüm mevcutlara “külli irade tecellisi” ile tecelli etmektedir. Diğer tüm varlıklardan farklı olarak, Allah’ın insana bu irade tecellisini değerlendirmek ve ilmini açığa çıkaracağı akıl nurunuda vermiştir. İnsanlara hakkı ve batılı ayırt etmek için verilen akıl nuru ile nefsine ilham edilen bilgilerle insan gelen irade tecellisini değerlendirme yeteneğine sahiptir. Nefse ve akla bu yetenek yaradılıştan verilip nefse iyilik ve kötülükleri anlama şuuru ilham edilmektedir. İnsanın “din” ile sorumlu olması, mükellefiyetinin bulunması, emr-i teklifi (teklifi emir) ile din kurallarına uyup uymaması, irade tecellisini nefsi ve aklı ile nasıl değerlendireceğine, değerlendirdikten sonra “nasıl” bir amel, fiil, iş işleyeceğinin temelini oluşturur. Bu nefsi-akli değerlendirmede kişinin ilgili konu hakkındaki bilgi ve ilminin ne düzeyde olduğu ve bu bilgiyi hayatına ne düzeyde adapte ettiği önem taşımaktadır. Bu konuda ilim, tecrübe ve deneyim önemli yer tutar. Bu nedenle daha öncede belirtildiği gibi hadislerde: “İlim öğrenmek kadın, erkek her müslümana farzdır”; “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz"; “İlim müminin yitik malıdır, nerde bulsa almalıdır”; “İki günü eşit olan ziyandadır” denilerek ilmin ve tecrübenin önemi vurgulanmıştır.

Daim tecelli halinde olan Allah’ın “külli irade tecellisi” ni bizde zuhura çıkacak olan fiilin “ne şekilde” olacağını belirleyecek olan “fiili yapmadaki karar anı” nda biz insanlara ilim ve tecrübe lazımdır. Kararımızdan sonra fiili oluşturan kuvvet ve kudret, “daim külli kudret tecellisinin” altında biz insanlardaki payı olan izafi ve nispi kudrettir. Bu kuvvet ve kudretin kaynağı Allah’tır. Yani fiili yaratan kuvvet ve kudret Allah’a ait; ancak fiile karar yani kesb insana aittir. İnsanın düşünüp kararıyla yapmaya karar verdiği fiilleri Allah kudretiyle halk eder.

Vereceğiniz her karardan bu “karar anı” nda ortaya koyduğumuz “cüz-i irademiz” ile mesuliyetimiz vardır. Kararları fiiliyata geçirdikten sonra gelişecek sonuçlarından mesulüzdür. Bu konunun önemini, “karar anı” nın ehemmiyetini belirten çok açık hadislerde:

“Müminler akıllarına gelen hatırları (düşünceler, fikirler vs) yapmadıkça mesul olmazlar.”

“Ameller niyetlere göredir”

şeklinde belirtilerek, fiiliyatın niyetine göre zuhura (açığa) çıkacak olması kaçınılmazdır. Niyet hayır ise (Kur’an ve Sünnete uygun) akibette hayırlı olacaktır. Yine daim olan ilim tecellisinin içinden insanın içinde bulunduğu duruma göre, gerekli ilmi alıp kullanmasıda cüz-i iradesine, aklını-nefsini-iradesini hakça kullanmasına bağlıdır.

Muhyiddin-i Arabiye göre “Hayır kişinin garazına, arzularına ve yaradılışına uygun olan; şer ise kişinin garazına, tabiatına ve mizacına uygun olmayan şeydir. Buna göre kişiyi hayır ve şerden ne gelirse kendinden, nefsinden gelir.” Aynı zamanda Allah nefse, hayrını ve şerrini ilham etmektedir. Ancak Allah’ın bu ilhamı Zati İlmi olan Kur’an ölçülerine uygun olarak gelmektedir. Allah hayrı ve şerri Kur’an ölçülerine uygun olarak nefse bildirir. Hadislerde Kur’anın açıklamaları ve yaşantı modeli olduğundan, Sünneti Muhammedi ile de bu özellikleri sunmaktadır. Kişinin nefsine gelen ilhamları, bu ölçülere göre değilde, hevasına, ihtiraslarına göre yönlendirmesi, yorumlaması, kişiyi Kur’an dolayısıyla Allah’ın ilminin dışına atar, yani Allah’ın rızasının olmadığı bölüme girmiş olur. Burada manevi ilimleri de bilmenin ne derece önemli olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Yani kişi şerri kendi nefsiyle kabul etmektedir.

Yine Muhyiddin-i Arabi’ye göre: Allah’ın insanlar üzerine apaçık delili vardır (Kur’an ve Sünneti Muhammedi). Bununla beraber her kim bu hikmeti anlar ve onu kendisi için idrak edilir kılarsa, kendinin gayrını suçlamaktan nefsine rahat verir ve hayır ve şerrin ancak kendinden geldiğini bilir. “Zira Allah günah fiilini takdir etmez veya kötülüğü irade etmez” O, bizim ve kendisinin ahlaki veya dini bir ölçüye göre hüküm verip, doğru veya yanlış dediğimiz fiilleri takdir eder ve bizim veya kendisinin iyi veya kötü olarak telakki ettiğimiz nesneleri yaratır. Allah fiilin aynını (yani fiili iyi veya kötü olarak değil, fiilin kendisini) irade eder ve kudretiyle zuhura çıkartır. Ancak özel şartlarla işlendiği taktirde fiile iyi veya kötü denir. İşte bu nedenle insanlar amellerinden sorumludur, mesuldür. Zira ameller, insanın nefsinin tabiatından, ahlaki sıfatlarından köken aldığı için insan sorumludur. Fiilin tam ve mükemmel olması ile fiili meydana getiren kudret Allah’tan, fiili tercih ve tahsis eden irade ise insandandır. Allah’ın bu fiiline halk etme (yaratma), icad ve ihtira adı verilirken, kulun amelinede “kesb” adı verilmiştir. Yani Allah insanda fiili meydana getirme kudretini yaratır. İnsanda Allah’ın kendisinde yarattığı meydana getirme fiilini istediği gibi, iradesi doğrultusunda tasarruf eder. Dilerse hayrı, dilerse şerri meydana getirir ve bu tasarrufundan sorumludur. Bu sorumluluğu belirten ayette ise şöyle buyurulur:

“Herkes kazancına bağlıdır” (Tur/21)

Bu ayetten esinlenerek insanın oynadığı role “kesb” adı verilmiştir.


KESB

İhtiyari fiillerimiz insanın kesbi ile meydana gelir, ama mecburi fiillerimizde kulun kesbi yoktur. İhtiyari fiillerimiz insanın nefsinin tabiat ve kabiliyetine uygun olarak zuhura çıkar.

Muhyiddin-i Arabi’ye göre hasenat, iyilikler Allah’a; seyyiat, kötülükler ise şu ayette belirtildiği gibi insanlara nispet edilir.

“Bütün iyilikler Allah’tan, kötülükler ise nefsinizdendir” (Nisa/79)

Eğer kullar fiille mükellef olmazlarsa, dinin hepsi abes olur. Allah için ise “abes” diye bir şey yoktur. İnsan fiillerinin hissen ve şer’an kendisinin olduğunu bilir. Ama ilahi kudretin kendilerinde dercedilmiş olduğunu his idrak etmese bile akıl idrak eder. Allah’ın kudreti insanlarda tecelli ettiği zaman, fiiller insanlardan zuhur eder, ortaya çıkar. (Güneşin aynadaki, aydaki ve dünyadaki zuhuru gibi) Bu hüküm “külli daim ve baki irade ve kudret tecellisi” iledir. Güneşin ışığı hissen ve gerçekten aya ve dünyaya nispet edildiği gibi, Allah'ın daim irade ve kudret tecellisi ile diğer Allah’ın sıfatlarının tecellisi altındaki insanda nispi irade ve kudret ile oluşan fiilleride hissen ve gerçekten insana nispet edilir. Aslında fiillerin kudreti insana değil “daim kudret tecellisi” ile Allah’a aittir. İnsanın rolü güneşin altındaki dünya gibi bu tecelliden istifade etmesidir. Bu tecelli sayesinde kudret kazanır. Bu da insanda nisbi ve izafi kudrettir. İnsanların, nefslerin kabiliyetlerine göre bu sıfat tecellilerinin hükmü değişir. Tıpkı güneşin dünyadaki görünümlerinin, ışınlarının düştüğü yeryüzünün özelliklerine göre değiştiği gibi. (Ağaçta yeşil, denizde mavi oluşu vb. gibi)

Allah’ın hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar, kelam sıfatı tecellilerinden alemlerdeki her mevcud, her nefste kendi kabiliyetlerine, özelliklerine göre payını alır. İnsan “Kesbi” nedeniyle bu tecellileri nasıl kullandığından mesul tutulmuştur. İnsanın bu şekilde kesbi vardır.  Kesbde insanın iradesinin herhangi bir fiile ilişmesi, yönlendirmesidir. Bu yönlenme anında ilahi kudretde fiili icadeder, yaratır. Kulun fiilinde tesiri sadece “kesb” den ibarettir. Yaratma ise Allah’a aittir. Bu nedenle ihtiyar, irade, akıl, ilim ve tecrübe ile “karar anı” na çok önem verilmelidir. Kesb bunları ve birçok şeyi bünyesinde bulundurur. Cenab-ı Hakk, mükellef kıldığı amelleri yerine getirebilecek bir iradenin, iktidarın insanda olduğunu bilmese, insanı bu fiillerle mükellef kılmazdı. Ona teklif edildiğine göre, mükellef kılındığı fiilin meydana gelişine kulun müdaheleside kabul edilmiş olur. İşte kuldaki bu iktidara “kesb” adı verilir. Her insana bu kabiliyet nefs-i natıka aracılığı ile verilmiştir. Kesbde Allah’ın külli irade ve külli kudret tecellisine yani Zatına bağlıdır.

“Nefse ve onu tesviye edene… yemin ederim ki” (Şems/7) diyerek Allah nefse bu özellikleri, kabiliyetleri verdiğini ifade etmiştir.

Bilinmelidir ki “Allah Teala fuhşiyyat ile emretmez” kuralına göre “Fuhşiyata iradeside yoktur” denilebilir. Çünkü Cenab-ı Hakkın fahşaya emri yoktur ki iradesi olsun. Emri olmayan bir hükme iradesi olmaz, iradesi emrinedir. Bu nedenle ayeti kerimede:

“Bütün iyilikler Allah’tan, kötülükler nefsinizdendir” (Nisa/79) buyurulmuştur.

Çünkü Cenab-ı Hakkın emri, hükme değil, ibadet ve taatın kendinedir. Emir, emir olması açısından tektir. Ancak emrin yerine gelip zuhura çıkışı, tecelli yerinin vasıflarına göre çok çeşitlidir. Nefsinin sıfatları, şeytanın vesvesesi, sahip olduğu ilim ve sair etken emrin zuhurunuda farklılaştırır. Farklılık emirde değil, emrin tecelli mahallinde algılanıp, zuhura çıkarılmasındaki farklılıktandır. Bu nedenle “kötülükler nefsinizdendir” buyurulmuştur. Fuhşiyatı zuhura çıkaran Allah’ın iradesi değil, külli irade tecellisi altındaki kişinin cüzi iradesini nefsinin özelliklerine göre renge bürünerek fuhşiyat yönünde tercih ve tahsis etmesidir. Bu iradi tercih nedeniyle kişi sorumluluk altına girmektedir. Emirleri hakkıyla yerine getiren kişi ise cüz-i iradesini Allah’ın iradesine göre kullandığından dolayı ecre nail olur. Yani farklılığı yaratan zuhur mahalli olan insanın nefsi özelliklerdeki farklılıklardır. Tecelli bir, tecelli mahallinin vasıfları çoktur. Tecelli mahallindeki farklılıklar nedeniyle hükümde bu farklılıklara göre değerlendirilmektedir.

Bu özellik vurgulanmak için “suyun rengi kabının rengidir” buyurulmuştur.

Bu özelliğe bir örnekte şöyle verilebilir:

Güneşin nuru, tek bir sıfatla, özellikle karakterizedir. Gözlerimize camlardaki renklere göre zahir olmaktadır. Halbuki güneşin nuru nasılsa öyledir. Onda değişiklik yoktur. Bunun gibi Allah’ın tecellisi, tecelli yerinin özelliklerine bürünerek zuhura çıkmaktadır. Nefs hangi vasıfları taşıyorsa, o renkte, o vasıflarla zuhura çıkmaktadır.

Allah teala fahşa ile emretmediği gibi, fucur (kötülük) ile ameli dahi kuluna ilham etmez. Fucuru ve takvayı ilham eder, şuurunu verir; amele hükmetmez. İlhamdan amaç fucur ile ameli engellemek ve takva ile ameli teşvik etmektir. İlham bu özelliklerin şuurunu insanda oluşturmak için zuhura gelir. Bu nedenle cuma namazlarından önce hutbede bu gerçek hatırlatılmak üzere şu ayet okunmaktadır:

“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor” (Nahl/90)

Kim saadet murad ederse bu nedenle Şeriat-ı Muhammediyi bir nefes elden bırakmamalıdır. Hiç unutulmamalıdır ki, ilim amelin ruhudur. Amel ilimin cesedidir. Niyet ise ilim ve ameli birleştiren sırdır. İlim-amel-niyet üçlüsünü varlığında bir arada ihlasla cem eden ve hal edinen kişi mutlak saadete ve muradına kavuşmuştur. Saadet imandadır. Kemal ise ilimdedir. Bu ikisini cem edip, bünyesinde hal edinen kimse ise iman-ı kamil ile Zat Allah için amel edecektir.

Cenab-ı Hakkın fail olmasının manası, Cenab-ı Hakkın Halik ve muhteri olması demektir. Kulun fail olmasının manası, kulun kudret icadının, kudret tecellisinin mahalli olmasından ibarettir. Çünkü kudretin icadından evvel kul, iradenin, iradenin icadından evvelde ilmin icadına mahal ve mazhardır. İlimde mahal ve mazharın malum özelliklerine tabidir. Bu özellik “ilim maluma tabidir” diye belirtilir tasavvufta.

Bu nedenle hareket, fiil, kudrete, kudret iradeye, irade ilme, ilimde maluma bağlanmış olur. Bu nedenle Hakk Tealanın kuluna tecellisi, tecelli mahallinin istidadına göredir. Tecelli mahallinin malum olan özelliklere göre, tecellisini yapmasıdır. Tecellinin maluma göre renklenmesidir ve malum sıfatlara bürünmesidir. (Suyun rengi kabının rengidir).

İşte bütün bu bilgilerin ışığında, irfan yolcusu (salik) “la faile illallah” zikrini yaparken, nefsinin, sıfatlarının, niyetinin gözetmeni olmalı, “iradi karar anlarında” hakka vereceği “malum” bilgiye göre Hakkın tecelli edeceğinin bilincinde olmalıdır. Zira hem fiilden, hem fiilin yaratacağı sonuçlarından “karar anları” nedeniyle sorumludur. Bu nedenle “karar anlarını” ve “niyetlerini” Kur’an ve Sünneti Muhammediye göre düzenlemesi gerektiğini hiç unutmamalıdır. Kişi nefs muhasebesi ve mücahedesi ile nefsinin yakın bir gözlemcisi olmaktatır.

Cenab-ı Hakk bir mahalli tesviye ettimi o mahal, ilahi ruhu kabul etmek kabiliyetinde olur. İşte Hz. Kur’an buna “nefh” tabirini kullanmıştır. Nefsi tesviye edip bu nefhayı kabul edecek istidatta halketmiştir. Cenab-ı Hakk Adem’i halk etmiş, bu nefha ile de ona insan olma şerefini ve keremini lütfetmiştir.

“Nefse, onu tesviye edene…” (Şems/7)

“Ben Ademe ruhumdan nefh ettim” (Hicr/29)

Bu nefs tesviyesi ve nefh sayesinde, nefse kötülüklerini (fucur) ve iyiliklerini (takva) ilham alma vasfını vermiştir ki bu ilhamlarla kendi kendine şuurlansın. Amellerindeki tercihini ona göre yapsın. İşte bu özelliklerin nefsinde dürülmesi dolayısıyla Adem (as)’a Adem denilmiştir. Onun için Cenab-ı Hakk insana Ademle nazar ve merhamet ederek “halife” demiştir. Çünkü Cenab-ı Hakk Adem’i alemin muhafazasına halife etmiştir.

Allah Teala, nefs üzerine yemin ettikten sonra nefse iyilik ve kötülüklerini ilham ettiğini bildirmiştir. Bu ilham, ilim sayesinde “Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiştir” ve “Nefsini kötülüklere (karanlıklara) gömende ziyan etmiştir”  ayetleriyle nefsi temizleme, tezkiye, arındırma işlemini adeta emir ile insanın akıl ve iradesini bu konuda sorumlu tutmuştur. Nefsi temizleme, arındırmanın ve nefsi kötülüklere uğratmanın insanın akıl ve iradesi sayesinde insana bakan yüzünüde idraklere sunmuştur. Allah bu emri teklifisi ile insanın, Allah’ın verdiği akıl ve cüz-i iradesi ile sorumluluk altında olduğunu vurgulamıştır. İnsanın “kesb” ile sorumluluğunun olduğu bu ayetlerde gayet açıktır.

Kişinin “iradi karar anı” nın çok değerli olduğu açıktır. Hakk yolunda sabırla ilerleme, her iradi kararın neticesinde ulaşılan sonuç açısından önemlidir. Bunu açıklayan ayeti kerimede: “Kim dilerse Rabbine bir yol ittihaz eder (edinir)” (İnsan/29). Kişiye verilen cüz-i irade ile, kişi iradi tercih ve tahsisi ile bir fiile yönelir, Allah’da kudretiyle fiili halk eder. Fiili halkeden Allah’tır. Ancak fiili kişinin nefsi tercihine ve tahsisine göre halketmiştir. İşte bu nedenle kişi iradi tercihinden ve tahsisinden emr-i teklifiye göre sorumludur. Aynı ayetin devamında şöyle buyurulmaktadır: “Ve Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Muhakkak Allah Alimdir, Hakimdir” (İnsan/30).

İşte cüz-i irademizde Allah “külli-daim irade tecellisi” sayesinde mevcuttur. Bu tecelli olmasa cüzi iradede söz konusu olamaz. Külli-daim irade tecelliside, emr-i teklifiyi yani Kur’an ve Sünnet-i Muhammedi olarak nefse tecelli eder. İşte cüz-i iradesi ile insan nasıl-ne şekilde davranacağını ve fiile karar verirken iradi tahsisini Kur’ana ve Sünnet-i Muhammediye’ye göre yapmalıdır. İnsan bu açılardan mesuliyetinin farkında olmalıdır. Peygamber Efendimiz (sav) de bu hususu şu hadisiyle vurgulamıştır: “Her doğan çocuk İslam fıtratında doğar. Sonra onu, anası babası (çevresi) Yahudi, hristiyan, müşrik yapar”

İşte kesb denilen bu ihtiyar, iktidar ve irade yönlenimi doğuştan İslam özelliğindedir. Doğumdan itibaren bu ihtiyara ve iktidara eklenen her türlü şey, insanı bu özelliğinden ya uzaklaştırır yada bu özelliğini perçinler, sabitler ve geliştirir. İşte hayat boyu çevreden elde edilen özellikler; ilim, tecrübe, deneyim, terbiye, edep vb. insanın nefsinde yer tutmaya ve nefsi ahlakını oluşturmaya devam eder. Günümüzde anne, baba yakınlar dışında telefon, televizyon, bilgisayar gibi birçok çevre faktörü bulunmakta ve bunların etkileri herkesce bilinmektedir. Her faktör hayırlı yönlerde kullanılırsa hayırlarla, şer yönüyle kullanılırsa şerlerle sonuçlanacaktır. Bu nedenle doğumdan itibaren tüm çevre faktörleride insanın nefsi için kazanımları, tecrübeleri olacaktır. Kesb” de çok önemli bir faktörde tecrübedir. İstişare danışma ile başkalarının tecrübelerinden faydalanmakta “karar anında” çok önemli yer tutar. Arif bir mürşidi kamilin gerekliliği daha da çok anlaşılacaktır. Bunlarda kesbi, yani ihtiyarini, iradesini, iktidarını, kazanımları, tecrübeleri, ilmi doğrultusunda kullanmasına yol açacaktır. Allah bulunduğu özellikleri doğrultusunda kullanmasına yol açacaktır. Allah bulunduğu özellikleri doğrultusunda nefse hayrını (takva) ve şerrini (fucuraha) ilham etmektedir. İlham ettikleride Kuran ve Sünneti Muhammediye’ye göre bildirmektedir. Bu “kesb” i daim canlı tuttuğu, ve insanın gelişimini ilerlettiği için Allah’ın büyük bir lütfudur, ihsanıdır. İşte insanın hem maddi hem manevi bilgilerle donatılması, hem dünya hem ahiret için mutlak surette gereklidir. Bu nedenle ilim farz kılınmıştır ve ayette “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer/9) denilerek bu gerçekler açıklanmıştır.

Peygamber Efendimiz (sav) de hadislerinde “Hepiniz çobansınız ve güttüğünüzden mesulsunuz” diyerek kendi nefsimizi terbiye ile birlikte sorumluluğumuz altında olduklarımızı da bu ilimlerle donatmamız gerektiğini bizlere hatırlatmaktadır.

İnsan fiillerinde “kesbi” nedeniyle hürdür, fiillerini kesbedendir. Bu nedenle insan ihtiyari fiillerinden sorumludur. Allah verdiği cüzi irade ve ihtiyar ile yapacağı fiillerini seçer. Allah’ın “daim kudret tecellisi” sayesinde yarattığı izafi, kudretle de fiillerini meydana getirir. Tıpkı televizyonda hangi kanalı seyredeceği veya internette hangi siteye gireceği iradesini kullanması ve kendisine verilen izafi kudretlede bu fiilleri gerçekleştirmesi örneği gibi.

İnsan, bir fiili işlemeyi irade ettiği ve kendini o işe tahsis edip, başka şeyle meşgul etmediği zaman, Allah’ta o anda fiil için gerekli kudreti yaratır. Dolayısıyla fiil Allah tarafından yaratılmış, insan tarafından da kesbedilmiş olur. Tıpkı bu satırları okuyup yorumlarken, bu bilgileri hayatımıza sokup sokmama “karar iradesini” gösterip gösteremeyeceğimiz gibi. Bu iradeyi gösterip göstermeyeceğimize görede, Allah fiilleri bu vereceğimiz karara göre, karara uygun olarak fiilleri yaratacaktır.

Peygamber Efendimizin şu hadisinde bu konu ile ilgili ipucu vardır: “Peygamber Efendimiz kader ile ilgili bir soru sorulduğunda; yere dosdoğru bir çizgi çizer ve işte bu Allah’ın dosdoğru yoludur” der. Bu çizginin bazı yerlerine yan çizgiler çizerek, işte bunlarda şeytanın oturduğu yan yollardır; kim bu yollara girerse şeytana uymuş olur, diyerek “karar anı iradesinin” ne kadar önemli olduğunu açıklamıştır. Ayrıca kader ile ilgili başka bir soruyada “çalışınız. İnsana çalıştığının karşılığı müyesser olacaktır” diyerek “kesb” in ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır.

Yani fiil, icad ve ihdası yönüyle Allah’tan, fiilin meydana gelmesi öncesi “iradi karar” ile ve Allah’ın kudret tecellisinde kendinde ki cüz-i kudret ve kesb yönüyle insandan olmuş olur. Kesb nedeniyle, fiilleri Allah halketsede fiiller kula nispet edilirler. İnsanlar kesb nedeniyle mesuldürler. Zira kesb edene izafe edilen, icad edene izafe edilmez. Kısaca kulun isteğine göre, fiili halk eden Allah’tır. Gerçek fail, kudreti ile Allah’tır. Çünkü Allah fiili yaratma, insanda kesb etme açısından irade etmektedirler. İnsan gelişen bir varlık olduğundan daim nefs mücahedesi, terbiyesi ve tezkiyesi “kesb” hususiyetini geliştirmek için mutlak surette gereklidir.

İnsanın fiilinde, ancak kesbi ve kendisinde bulunan izafi ve nispi kudreti iyilik veya kötülüğe yönlendirmesi dışında bir dahli söz konusu değildir. Tıpkı yiyeceğimiz ve içeceğimizi tercihte haram ve helal dairelerine riayet edip, etmeyeceğimiz gibi, Allah insanın fiildeki ihtiyarını ve iradesini nasıl tasarruf edeceği hususunda, nefsine iyilik ve kötülüğü ilham etmesiylede yardımcı olmaktadır. Bu hayır ve şer yollarını Kur’an ve Sünneti Muhammedi ile de ilim olarak insanların istifadesine sunmuştur.

Fiiller insandan zuhur etsede, fiilin yaratılmasında insanın kendisine verilen izafi kudret (Allah’ın kudret tecellisi sayesinde) dışında herhangi bir tesiri yoktur. Bu cüz-i kudret ise dünyanın devam etmesi için şarttır. Yoksa alemlerde hareket, fiil olmaz. Allah’ın “külli daim ve baki kudret tecellisi” olmasa bu nispi, izafi, cüzi kudrette, fiilde olmaz. Dolayısıyla kudret açısından yaratma açısından fiil Allah’tandır. Kul nispi kudreti nedeniyle ve cüzi iradesi ile kararı ve tahsisi ile fiilin şeklini tercih eder. İnsan bu karar tercih ve tahsisinden de sorumludur. Yoksa fiili kudret açısından Allah’ın yaratması, insanı bu sorumluluktan kurtarmaz. Ve bu kararlarının tercih ve tahsisinin karşılığını hem dünyada hem de ahirette görecektir.

Allah bir fiili, hareketi icadetmeyi irade ettiği zaman onu şehadet aleminde, cisimlerle ve vücudlarla ortaya çıkarır. Çünkü hareket ve fiiller, cisimsiz ve maddesiz kaim olamaz. Mutlaka yaratmanın zuhur edeceği bir mahallin bulunması gerekir. “Külli, daim ve baki irade ve kudret tecellisi” olmasa fiillerin hiçbiri açığa çıkmazdı. O yüzden insan “Yalnız sana kulluk eder ve Senden yardım dileriz” (Fatiha/5) duasıyla tüm tecellilere ne kadar muhtaç olduğunu ikrar etmektedir.

Bu konuda Muhyiddin-i Arabi şöyle demektedir: “Eşariyenin insanın fiillerini yaratma bakımından Allah’a kesb bakımından da insanlara izafe etmeleri, hem dini hem akli delil açısından doğrudur”

Biliyoruz ki, Allah bizi akıllı, mükellef olduğumuz her şeyi kabule hazır insanlar olarak yaratmış bizden emir ve nehiylerine uymayı istemiş, Hakk ve vazifelerimizi belirlemiştir. Nefsimizi bu hususiyetleri kabul edecek şekilde donatmış olarak yarattığının delili ise şu hadisi şeriftir: “Her doğan çocuk İslam fıtratında doğar”. Muhyiddin-i Arabi Kur’anı Kerimden de deliller getirerek “Onlar iblisi dinlemeyi reddedebilirlerdi. Çünkü her çağıranın davetine icabet etmek zaruri ve gerekli değildir” der. Yani fiillerini seçmede hürdür. Fakat bu hürriyet ezelde Allah’ın bildiği gibi İlmi İlahinin içindedir. Bu nedenle fiilleri Allah halk etsede, kesbi olarak insan mesuldür. Allah şu ayetlerle insanlara zulmetmediğini bildirmektedir: “Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar nefislerine zulmediyorlardı” (Bakara/57), “Ben kullara karşı zalim değilim” (Kaf/29).

Bütün bu bilgiler ışığında, fiili kudretiyle yaratan Allah’ın, kararlarımıza çok önem verdiğini, emr-i teklifi ile din vaz ettiğini, bu kararlar ile fiillerimizi zuhura çıkardığını düşünerek, karar verip amel işlerken uyanık ve Allah’la olmamız gerekmektedir. Bu nedenle Besmele ile her işe başlamanın ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlarız. Hadisi şerifte: “Bismillah her hayrın başıdır” buyurulmuştur.

İşte yine de kendimizden çok iyi bileceğimiz gibi Allah nefislerimizi esirgeyerek her kararımızı fiile dökmemizi engellemektedir. Fiillerdeki rolümüzü, sorumluluğumuzu bildirdikten sonra, fiillerin birliği (Tevhid-i Efal) ve tüm fiillerin halk edicisinin Allah olduğunu inceleyelim.

Tevhid-i Efal, alemlerdeki tüm fiillerin (zahir, batın, tüm yaratılmışlardaki fiiliyatın) tek bir Allah tarafından yönetilip gerçekleştirildiğinin anlaşılması için gerekli olan bir mertebedir. Tevhid-i Efal şöyle tarif edilmiştir: “Halk edilen her şeyde, her yerde, her mertebede sadır olan (açığa çıkan, oluşan) zuhura çıkan fiillerin, Hakk’a ait olduğunun zevkan şuhut edilmesidir. Hakka nispet edilen fiilleri; hissi, kalbi, afaki ve enfüsidir.”

Ancak nefsin bu mertebesinde bu bilgi ilmel yakîn düzeyde ve kısmen aynel yakîn düzeyde şuhud edilecektir. Şuhud: Kişinin, görüyormuşcasına idrake ermesidir. Zevkan aynel yakîn ve hakkel yakîn şuhud edilmesi beş hazret tevhid mertebelerindeki eğitim, hal, zevki ve vicdani halin kazanılması ile olacaktır. Aralarında önemli farklar vardır. Kişi bu mertebede zevki, hali ve vicdani zevke hemen ulaşamaz, bu konuda tecrübe ve deneyim kazanmalı ve belirtilen eğitimleri almalıdır.

Tevhid-i Efal, alemlerde oluşan tüm fiillerin Hakk’a ait olması olarak özetlenebilir. İşte bütün nefsi (sevgi, nefret, aşk, korku, ilim, iman vb.) ve afaki (dış alemde meydana gelen yürümek, koşmak, her türlü işi yapmak, alemlerin düzeninin sağlanması vb.) iş ve oluşlarda tek ve hakiki fail Allah’tır. Fiilin kudret tecellisi ile açığa çıkmasını sağlayan Allah’tır. Kudret tecellisi külli, daim ve baki bir tecellidir. Bu tecellinin kesilmesi insan ve mevcudlar için ölüm; alemlerden kalkması ise kıyamettir. Kesilmeyen bu hayat ve kudret tecellisi altındaki insan, karar anında ve akabinde cüzi iradesi ile tercih edip, nefsine tahsis ettiği fiili Allah’ın kudret tecellisi sayesinde yapabilmektedir.

“Allah, kendi hükümdarlığına kimseyi ortak etmez” (Kehf/26)

Hükümran olmak, en etkin ve en geniş manada, ter türlü iş ve kararlarda egemen olan, iktidar sahibi, yapma ve yürütme hakkını elinde tutmak demektir. İşte Allah, zatıyla, sıfatlarıyla, isimleriyle her aşamada bu hükümdarlığını elinde tutmaktadır. Kudreti, isim ve sıfatları elinde tutmakta insana bu sıfatlardan kaldırabileceği kadarını tecelli ettirmektedir. Fiillerini Allah’ın kudretiyle zuhura, açığa çıkaran insan, kendindeki bu izafi kuvvet ve kudreti tamamiyle nefsine, kendine vermekle fiil şirkine düşmektedir. İnsanın fiillerini yapabilmesi ancak Allah’ın kuvvet ve kudreti ile, yani kudret tecellisi ile mümkündür. İnsanın “karar anındaki” iradesini fiile dökmekteki tercih ve tahsisteki sorumluluğu daha öncede vurgulanmıştır. Karar anındaki bu mesuliyet sonucu işlenen fiiller zuhura çıktıktan sonra eserleri ile şuhud edilir, görülür ve fiiller dine göre itaat ve masiyet olarak adlandırılır. Sevaba ve cezaya Hakk kazanır. Bu nedenle karar anındaki “niyet” çok çok önemlidir. Sorumluluk bu noktada başlamakta, fiil ile sonuçlanmaktadır. Ehli sünnet karar anı için önceden hazırlanmaya (ilim, irfan, nefs mücahedesi, tezkiyesi, tecrübeler vs) ve daha da geliştirmeyi Kur’an emri olduğunu belirtmektedirler.

Allah mutlak hükümdardır ve ortağı yoktur. Ancak Zati kelam ve Zatının ilmi olarak Kur’an ile hükümdarlığını sürdürür. Sünneti Muhammedi de, bu hükümranlığın nasıl, ne zaman, ne şekilde yapılacağını gösteren rehberdir, kılavuzdur. Bu nedenle tevhid-i efalde kişi, her türlü fiili zuhura çıkaranın Allah olduğunu bilecek, ancak fiile başlarkenki “iradi karar anın” daki niyetini ve sorumluluğunu bilecektir. Hz. Mevlana (ra) bu gerçeği açıklamak için: “Hep fikirdir varlığın, gerisi et, kemik bir yığın” buyurmuşlardır. Varlığımızı fikirlerin oluşturduğunu, bedenimizin bu fikirleri zuhura çıkarmak için verildiğini ve fikirlerimize göre fiillerimizi Allah’ın açığa çıkardığını belirtmiştir. Arifibillah Cüneyd-i Bağdadi Hz.leri nu konuya çok güzel bir örnekle açıklık getirmiştir: “Suyun rengi kabının rengidir” Kişi hangi nefs mertebesinin ve tevhid inancının doğrultusunda ve sıfatlarında yaşıyorsa kabı o renktir. Gelen tecelli ve Allah’ın feyzi kabının rengine bürünür. Yani nefsi sıfatları, o temiz feyzi, tecelliyi kendi sıfatları haline döndürür. Dolayısıyla nefsinden zuhura çıkacak olan fiillerde, o nefs mertebesinin sıfatlarındaki özellikleri taşıyan fiiller olacaktır. Meğerki Rabbimizin esirgediği nefs ola. Zira kap, içindekini dışarı sızdırır. Bu nedenle nefsimizi Kur’an ve Sünnete göre terbiye ve tezkiye etmek suretiyle, kötü fiillerimizede mani olabiliriz. Kötü fiillerimizi, iyi fiillere döndürerek hem dünyamızı, hem ahiretimizi imar edebiliriz. Allah “dini teklifi emri” ile bu imkanı bize sunmuştur.

Nefsi natıka, düşünen, idrak eden, iyilik ve kötülüklerini ilhamla idrak edebilen, şuuruna varabilen, fiilleri yaparken ayırt edebilen insana has güçtür. Nefsin tesviye edilmesi ile kendisine nefhedilen insan ruhudur, hakikatidir. Aslı nur olan nefsi natıka, sonradan kendisine ilişen sıfatlarla bulanıklaşır ve o vasıflara boyanır.

“Suyun rengi kabının rengidir” sözünden bu mertebede kasıt, kişinin ahlaki vasıflarının nefsinin sıfatlarını teşkil ettiği, o ahlak vasıflarının rengine bürünmesidir. Peygamber Efendimiz (sav) de “Kab içindekini sızdırır” buyurarak nefs hangi ahlak sıfatlarını taşıyorsa; nefs hangi ahlakın rengini taşıyorsa; o ahlak vasıflarını fiile çıkartacaktır. O ahlak vasıfları kişiden açığa çıkacaktır. Her ne kadar Allah, kişilerin nefsini esirgesede, nefste malum olan ahlak üzere Allah fiili halkedecektir. Zira “ilim maluma tabidir”. Allah kişinin “irade karar anı” ile açığa çıkardığı fiille o kişiye zulmetmez. Aksi olsa, Allah kişinin iradesiyle tahsis ettiği fiili halk etmezse, zulmetmiş olur ki, insanların imtihan sırrıda burada yatmaktadır. Bu nedenle kişi kendinden çıkan fiillerin nefsi özellikleri olduğunun idrakinde olmalıdır. Bu nedenle ayeti kerimede bu husus; nefsten kötü ahlaki fiiller çıktığında; “Allah onlara zulmetmedi, onlar nefislerine zulmediyorlar” (Al-i İmran/117) şeklinde buyurulmuştur. Şu ayeti kerimede kişinin irade tahsisi ile fiilde payı olduğunu açıkça göstermektedir: “Zerre kadar hayır işleyen karşılığını görür. Zerre kadar şer işleyen karşılığını görür” (Zilzal/7-8)

Kim kendinde külli irade tecelli altında “irade karar anı” ile tahsis iradesi olmadığını iddia ederse, o kişi manen hastadır ve tedaviye muhtaçtır. Aksine “lâ faile illallah” hükmü gereği, iradesi tahsis ettiğinde fiili zuhura nefsinin vasıflarına göre açığa çıkaracağını bilincine yerleştirerek, tüm fiillerinde kararlarında irade tahsisinde iki kere dikkatli olmalıdır. Zira benzer olaylarda bu karar anları “alışkanlık” şeklinde otomatik olarak zuhura çıkacağından, karar anları karakter oluşumu ile de geleceğe de yansır. “İlim maluma tabidir” hükmüne göre, nefsimizdeki malum bilgiyi Hakkın Kur’an ve Sünneti Muhammedi bilgisiyle paralel hale getirmeye çalışmalıyız. Kararlarımızı bu ilimlerle aynı doğrultuya getirip, bu ilimlerle fiillerimizi yaptığımızda alışkanlıklarımız Hakk’ça, Hakk doğrultusunda amellere dönüşecektir. Kontrollü yaşam ile bu ameller bizde hale ve karakter oluşumuna yol açacaktır. Bu da “kamil insan” olma yolunda ilerlemek, iyi ahlakla karakter oluşturmak demektir. Bu nedenle “ilim öğrenmek kadın-erkek her müslümana farzdır”. Malum bilgiyi Hakk’a Hakk olarak verirsek, fiillerde Hakça zuhura çıkacaktır.

Fiillerde etkili olan, fiilleri zuhura çıkaran ilahi isim ve sıfatlara hayat veren ruh dediğimiz Allah tecellisidir. Ruh her varlıkta mertebesine göre mevcut olan güçtür. Bir benzetme yapacak olursan elektrik enerjisine benzetebiliriz. Elektrikli tüm aletleri çalıştıran elektrik enerjisidir. Bu enerji kesildiğinde o aletler durur. İşte ruhta, Allah’ın Zatına bağlı olan, Zattan asla ayrılmayan, tüm mevcutlarla Allah’ın ilişkisini sağlayan Allah’ın Zatı gücündendir. Bir varlıktan ruhun alınması onun ölümüdür. Allah yarattığı her mevcuda, varlığını sürdürebilmesi için kendi ruhundan bir ruh vermiştir. Bu ruh insanlar için ruh-i insani, hayvanlar için ruh-i hayvani, bitkiler için ruh-i nebati, bunların dışındakiler için ruh-i cemadi denilen hepside aynı kaynaktan gelen mukaddes ruhtur. Bu ruhun insanlara özel bölümü, “Ben Ademe ruhumdan üfledim” (Hicr/29) ayetiyle açıklanmıştır. İşte bu ruh ile Allah’ın sıfatları ve isimleri zuhura çıkar. Bu nedenle Allah’ın ruh tecellisi olmadan hiçbir fiil zuhura çıkamaz. Sadece bu ruh bile gerçek, hakiki failin Allah olduğunu bizlere açıklamakta yeterlidir.

Zira Allah her zerrede (keşfedilen ve keşfedilecek olan en küçük birim) zatıyla kaim ve batın, sıfatıyla muhit ve tecelli, esmasıyla malum, kudretiyle fail, fiiliyle zahir, eserleriyle meşhud, batını ile sırdır. Bizim bu mertebede gördüğümüz fiiller ve fiillerin sonuçları ve etkileridir. İşte ruh açısından bakıldığında şu ayetlerde mutlak hakiki failin Allah olduğu açıkça ortaya çıkar. “Allah’ın izni olmaksızın hiç kimse hareket edemez” (Tegabün/11). Allah’ın kudret sıfatı tecellisi dahi üstümüzden kaldırsa, hareket edilemez. Bir adım atmak için beden mülkümüzde ne kadar çok sistemin koordineli çalışması gerektiğini araştırırsak, Allah’a ne kadar çok şükretmemiz gerektiğini anlarız. Şayet Allah yalnızca yemek yeme sırasında ve yutkunma sırasındaki soluk borusunu kapatıp yemek borusundan yediklerimizin kolaylıkla geçmesini sağlayan epiglot dediğimiz organımızın yaptığı görevi bize bırakmış olsaydı, daha ilk birkaç lokmada boğulup ölürdük. “Rabbinizin hangi nimetini yalanlarsınız?” (Rahman/13), “Onun bilgisini dışında bir yaprak bile düşmez” (Enam/59) Allah daim ilim tecellisi ile, dün, bugün, yarın… kavramı olmaksızın ezeli ilmiyle her an, her şeyi bilmektedir. “Allah gökten yere kadar her şeyi düzeltip yönetendir” (Secde/5).

Allah, Rab ismi başta olmak üzere bütün alemleri hükmü ve tasarrufu altında tutmaktadır. Rab isminin hükmü ve tasarrufu altında olmayan bir zerre bile yoktur. Tüm alemlerde Allah’tan bağımsız, O’nun kontrolü dışında hiçbir şey yoktur. Gökten yere kadar bütün iş ve eylemler Allah’ın emir ve kontrolünde gerçekleşir, gerçekleştirende bizzat kendisidir. Yaratılış kanunlarıyla, kainatın her zerresine yerleştirdiği fizik, kimya, biyoloji, matematik, enerji, güç vb. kanunlarıyla Zat-ı Mutlak olarak Allah bu işleri yürütür ve her an, her şeyden haberdardır. Zira yarattıklarını “Hak” olarak kendi ilahi isimlerinin suretleri olarak yaratmıştır. Bunun kanıtı “Biz alemleri Hakk olarak yarattık” (Hicr/85) ayetidir. Bu ayetiyle bütün yaratılış kanunlarını Hakk ismi şerifi altında toplamıştır. İsim ve sıfatlarını da “Allah, Hakkın ta kendisidir” (Hac/6) ayetiyle Hakk ismi ilahi kanunlarının Allah ismiyle uluhiyetine, Zatına bağlamıştır. Böylece fiiliyatıyla, ilahlığı ile tek bir Allah olduğunu açıklayıp, bu hususları birleştirmiştir. (la faile illallah; la ilahe illallah)

İşte Allah ruh adıyla ilahi isim ve sıfatlarını zuhura çıkardığında, mutlak ve hakiki fail olmakta, mutlak uluhiyetini (ilahlığını) ilan etmektedir. Aşağıdaki ayetlerde bizlere bu konuda ışık tutacaktır: “Oysaki, sizide ve yapmakta olduklarınızıda Allah yarattı”  (Saffat/96), “Yerin içine gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya çıkanı bilir” (Sebe/2), “Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından, içenlerin boğazlarından kolayca geçen halis bir süt içiriyoruz” (Nahl/66), “Deki: size gökten ve yerden kim rızk veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere hakim olan kimdir? Ölüden diriyi kim çıkartıyor? Diriden ölüyü kim çıkartıyor? Her türlü işi kim irade ediyor? Onlar Allah diyecekler. Peki öyleyse sakınmıyor musunuz? (Yunus/31).

Tevhid-i Efali, yaratılmışların bütün fiillerinde tüm hareket, oluşum ve eylemlerinde, Allah’ın her yönüyle mazhariyetini, yani Allah’ın açığa çıkıp göründüğü her yerde, Allah’ın tecellilerini, Allah’ın kuvvet ve kudretini ilim ve iradesini görebilme, duyabilme, hissedebilme sanatıdır diye değerlendirmek gerekir. Ayetin son kısmında açıklanan “Peki öyleyse sakınmıyor musunuz?” sorusu ile Allah’ın hükümranlığından sakınılması gerektiği vurgulanmaktadır. Allah’ın fiil kudretini oluşturduğundan, iyi bir niyetle iradi kararımızı aldıktan sonra, eyleme güvenmemizin ne kadar önemli olduğu açıktır. Nefsimize konulan kabiliyetler ve akıl ile Allah’tan hangi konularda nasıl yardım isteneceği Kur’an ve Sünnetle belirtilmiştir. İnsanın enfüsünde (nefsinde) ve afakında (dışında) gerçek ve hakiki fail Allah’tır. Allah insana verdiği nefsi kabiliyetler ile kendisinin bilinmesini, bulunup, uyulmasını istemektedir. Bunu daha öncede belirttiğimiz şu kudsi hadisle bildirmiştir: “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmekliliğimi sevdim. Halkı zuhura çıkardım (yarattım). Taki Beni bilsinler”. Bu kudsi hadise göre insanlar, çalışıp, gereklerini yerine getirerek Hakkı bilebilirler. Diğer bütün yaratılmışlar Allah’ın emr-i iradesi (zorunlu yerine getirilen iradi emri) ile kendisine yüklenilen görevleri aksatmaksızın yerine getirmektedirler. Bu mevcutlar Allah’ın bu “iradi emri” dışına çıkmazlar. Bu nedenle “O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez” (Enam/59).

Ancak insanın özelliği diğer bütün halkedilenlerden farklıdır. Bu nedenle yeryüzünde “halife” dir. İnsan, emr-i iradeye tabi olmakla birlikte, nefsine yerleştirilen kabiliyetlerle emr-i teklifiye (teklifi emir) de tabidir. Emr-i teklifi ile kendinden istenen dini emir ve yasaklara uymasıdır. Bu teklife uyup yapabilme yeteneği nefsine doğuştan konulmuştur. “Her doğan çocuk İslam fıtratında doğar” hadisi bu gerçeği açıklamaktadır. “İradi karar anlarında” bu kanunlara riayeti istenmekte, karardan sonra yapılan eylemlerdeki kuvvet ve kudreti Allah emri iradesi ile yürürlüğe sokmaktadır. Bu nedenle insanın en büyük varlığı aklıyla, fikir ve düşüncelerine hakim olmasıdır. İnsanın tüm varlığını oluşturan fikirleri ve ilmidir. İlmi ile amel etmesi ise en büyük kazancıdır. İnsan cüzi iradesi ile fiile tercih ve tahsisi tayin eder. Sorumluluğu bu fikri eyleme döktüğünde başlar. İşte kişi gerçek failin, fiili halk edenin Allah olduğunu düşünerek “lâ faile illallah la ilahe illallah” derken iradi karar anlarının sorumluluğunu da idrak ederek, Allah’ın razı olduğu fiilleri irade etme azmini, niyetini, kararını, tercihini ve tahsisini yapması gerektiğini ve bu noktadaki sorumluluklarını gözden geçirmelidir. Bu şekilde fiilleri Allah’ın oluşturduğu, tevhid edilecek, bizde bir sonraki fiillerimizdeki sorumluluklarımızı, (emri teklifiye göre) fiillere dökme şansını, azmini, tecrübesini kazanmış oluruz. Bu konuda Allah’tan yardım diliyerek, nefsimize iyilik (takva) ve kötülükleri (fucur), vesvese ve vehimleri ayırt etmede fikirlerimizi olgunlaştırma imkanınıda sunmuş oluruz. Kısaca ilham, evham ve vesvese ayrımlarını yapabilme gücünü nefsimize kazandırma imkanı sağlamış oluruz. Bu sayede hem dünyamızı hemde ahiretimizi kazanmış oluruz.

İnsandaki emr-i iradesini zaten Allah kendi yürütür. Bir örnek verecek olursak beyindeki dört gram ağırlığındaki hipotalamus denilen organ bedenimizin su metabolizmasını düzenler, açlık, yemek yeme faaliyetleri, iştah, doygunluk hislerimizi, heyecanlarımızı, öfkemizi, sevinçlerimizi, düzenler. Temel beden fonksiyonları, bedende bulunan yağ ve karbonhidrat metabolizması, uyku, uyanma, büyüme, çoğalma devreleri, cinsel istek ve arzuyu, kan damarı çeperindeki değişiklikler, sindirim salgıları, davranış ve hislenmenin pek çoğu hipotalamus dediğimiz fıstık büyüklüğündeki bir organca yapılır. İşte çok büyük incelikler gerektiren bu işlevler yerine getirilirken, ayarlanıp, kontrol edilirken bizlerin bu ve buna benzer olaylardan hiç haberimiz dahi olmaz. Ancak bir hastalık baş gösterirse haberimiz olur. Zevkle ve cüz-i irademizle seçip, yediğimiz yemeklerin sindirimi ve tüm vücuda enerji vermek için dağılımında hiçbir rolümüz yoktur. Ama hala kendimizde güç vehmedip, her şeyi kendimiz yapıyoruz, zannediyoruz. İşte “ene” benlik bu mertebede Allah’ın kudreti sayesinde yaptığımız bütün fiilleri kendine mal ederek “ben yaptım, ben ettim” dedirtir. Allah bu gücü veren ruhunu alıverse, ne gücü, ne kudreti kalacaktır. İşte gerçek failin, hakiki ve mutlak failin Allah olduğunu “ene” ye, benliğimize kabul ettirmek ve “ene” ye kararlarından sorumlu olduğunu hatırlatmak nefsimize yapabileceğimiz en büyük iyiliktir. Bu mertebede bu başarılmalıdır.

Vücut sistemimizin tümünün koordineli bir şekilde çalıştığı düşünülürse, Allah’ın emri iradesinin (zorunlu irade) insan üstünde nasıl yürüttüğü ve kontrol ettiği açık bir şekilde anlaşılacaktır. Bu hususları tefekkür ederek Allah’a çokça şükür ve hamd etmeliyiz. Allah biz insanlara bütün bu emri irade ile tahsis ettiği nimetleri sadece bilinmek için vermiştir. Bilinmesinin en kolay ve rahat yolunun “dini teklifi emirlere” uyulup: Hz. Muhammed (sav) gibi O’na ayna olmak suretiyle olacağını ilan etmiştir. Biz ise ne yapıyoruz, “Bilinmek” için koyduğu bu emir ve yasaklara ya yeterince uymuyoruz yada hiç uymayıp, uymayışımızı da kadere havale edip, Allah kaderimizi böyle yazmış deyip Allah’ı adeta suçluyoruz. Halbuki Allah kullarına zulmetmediğini değişik ayetlerle birçok defa ilan etmiştir. Nefs, akıl Kur’an ve Sünnet gibi nimetleri yeterince değerlendirememekteyiz. Halbuki bu konu Peygamber Efendimize sorulduğunda; “Çalışınız. Herkese çalıştığının karşılığı müyesser olacaktır” buyurarak; ilim, irfan, nefs terbiyesi ve tezkiyesi ve her türlü çalışma teşvik edilmiştir. Ayrıca Hz. Ömer (ra) bir seferinde şehre gireceği sırada, şehirde salgın hastalık olduğunu haber almış, seferden vazgeçerek geri dönmeye karar vermiştir. Bir şahsın “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun, ya Ömer?” sorusuna çok anlamlı bir cevap vermiştir. “Evet Allah’ın kaderinden, yine Allah’ın kaderine kaçıyorum” demiştir. Bu kararı verirken Peygamber Efendimizin (sav): “Bir yerde salgın hastalık varsa oraya girmeyiniz, oradaysanız çıkmayınız” hadis ilmine göre davranmış, hem kendisini, hem ordusunu korumuştur. Her iki olay dikkate alındığında ilmin ve çalışmanın “İradi karar an” larında ne derece önemli olduğu açıkça ortaya çıkacaktır. Zaten Hakka teslimiyette ehlullahca (Allah ehli) şöyle tarif edilmiştir: “Sonsuz bir gayret içindeyken, sonucu Hakk’tan bilmek”.

Tevhidi Efalde makbul olan şudur: Kişi emir ve yasaklara uyacak, kendine, nefsine bir kuvvet, kudret vermeyecek, kuvvet ve kudreti Hakk’tan bilecek. Bunlara riayet ile sonucu Hakk’tan bilmektir. Övülen bu davranıştır. Makbul olmayan ise şudur: Kişi emir ve yasaklara riayet etmez, kuvvet ve kudreti nefsinde, kendinde görür, yaptığı şerleri de Hakka nispet eder. Böylece Hakka zulüm isnat eder. Yerilen, kabul edilmeyen davranış modeli budur. “Allah onlara zulmetmedi, halbuki onlar nefislerine zulmediyorlar” (Bakara/57). Bizler için fiillerden önceki “iradi karar anları” ve niyetlerimiz çok önemlidir. Bundan sonra Allah kudret tecellisi ile nefsimizin mertebesine ve sıfatlarına göre fiilleri açığa çıkaracaktır: bunada şu ayetiyle ışık tutar: “Elbet Allah, kendi emrini yine kendisi yerine getirip gerçekleştirendir” (Talak/3). Bu noktada Allah fiili kudret tecellisi oluşturuyorsa, insan neler yapmalıdır? İnsana düşen görev, Allah’ın Zati Nefsine yani Kur’anına ayna olarak yaratılan nefsini terbiye ve tezkiye ederek, Kur’anı ve Hakkı anlayacak düzeylere çıkarmak için aynayı temizlemektir. Anahtar ise tasavvufta irfan yoluna çıkıp gerekli ilimleri almak ve bu ilimler ile amel ederek, bu ilimleri hayatımıza adapte etmektir. Kur’an ve Sünneti Muhammedi bizlere sunulmuş anahtardır.

“Külli daim irade sıfatı tecellisi” için Kur’anda şöyle buyurulmuştur:

“Alemlerin Rabbi dilemedikçe, siz dileyemezsiniz” (Tekvir/29)

“Sizler ancak, Rabbinizin dilemesi sayesinde dileyebilirsiniz” (İnsan/30)

İnsan olarak, işte bu “külli daim ve baki irade tecellisi” sayesinde dileyebiliriz. Bu “külli irade tecellisi” olmazsa, cüz-i irade adını verdiğimiz bu tecellinin insandaki zuhuruda olmaz. Hiçbir şeyi dileyemezdik. İradesini kullanamayan hastalarda (bitkisel hayat, zeka geriliği vb) görüldüğü üzere bu irade olmadığı zaman “dini teklifi emir” lerdende sorumlu tutulmamaktadırlar. “Külli irade tecellisi” altında insanda zuhura çıkan cüz-i irade ile dua edilmesi insana önerilmiştir. Dua bu iradenin en büyük temsilcisi olup külli ve cüzi iradeyi birleştirdiğinden Allah’a yakınlaşma aracıdır. Kişi Allah’ı ne kadar biliyorsa, yakınlık o derece artar. Gerçi ayrılık yoktur ancak arada perdeler vardır. Bu nedenle; “Dua ibadetin özüdür”; “Dua müminin silahıdır”; “Ayakkabınızın bağı bile olsa Allah’tan isteyin” hadisi şerifleri ile bu gerçek bizlere sunulmuştur. Ayrıca “Yalnız sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz” (Fatiha/5); “Dua edin icabet edeyim” (Mü’min/60) ayetleri ile cüzi iradesi ile “külli irade tecellisinin” sahibi Cenab-ı Haktan, Zatından dileğimizin tahsisini istemek teşvik edilmiştir. Kur’an gönderilen Peygamberlerin dualarıyla süslenmiş ve bu dualarla Allah’a yaklaşmak önerilmiştir: Bunlara örnek verilecek olursa:

“Ey Rabbim! Gerek bana, gerekse anne, babama verdiğin nimetlere şükretmemi, senin hoşnut olacağın hayırlı bir iş yapmamı sağla” (Neml/19)

“De ki: Rabbim ilmimi arttır” (Taha/114)

Ayrıca kulun Allah’a yaklaşmasında da cüzi irademizin rolü olduğu şu kudsi hadislerle teyit edilmiştir:

“Ben kulumun zannına göreyim. O halde Benim için hayır zannında bulunsun. Ve Ben, Beni andığı zaman kulumun yanındayım”

“Bir kimse Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir arşın yaklaşırım. Bir kimse bir arşın yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Bir kimse Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak gelirim”

“Kim Allah için olursa, Allah’da onun için olur”

Fiilleri Allah halketmektedir. Allah’ın nefsimize Kur’an ahlakı olarak ilham ettiği bir delilde Allah’ın elestte: “Ben sizin Rabbiniz değilmiyim?” sorusuna tüm mevcutların “Evet Rabbımızsın” cevabını vermesi ve verdiğimiz bu söze nefislerimizin şahid tutulmasıdır. “Allah’ın indinde din islamdır” (Ali İmran/19) ayetiyle de verilen sözün Allah’ın Zati ilmi ve Kelamı olan Kur’an üzerine verildiğide açıkça anlaşılır. Bu söz üzerine her insan yeryüzünde “İslam fıtratında” doğar. Bizim suçumuz emri teklifi olan bu dini emirlere uymamamız, kötülük üretmekte oluşumuzdur. Suç ise Allah’ın koyduğu ilahi kanunları ihlal etmektir ve ihlal edecek davranışları yaratacak tercihleri yapmaktır. Bu konunun çok açık delili şu ayetle verilmiştir: “Bir topluluk iyi gidişini (yaşantısını) değiştirmedikçe Allah’ın verdiği nimetler değişmez” (Enfal/53).

Topluluklar bireylerden, ferdlerden oluştuğuna göre, her birey topluluğun gidişatından sorumludur. Tabi ki bu sorumluluk kendi mertebesine göre değişir. Bu nedenle Kur’an ve Sünnet toplumlara ışık tutmaktadır. Hayrı da şerride fiil olarak Allah yaratır, ancak şerrin işlenmesinde rızası yoktur. Eğer insan cüzi iradesinden sorumlu olmasaydı, insan olmazdı. Zira Allah’ın melekleri O’nun iradi emri ile emri iradesinin dışına çıkmamaktadırlar. Verilen emri tereddütsüz yerine getirirler. İşte insana düşen, Allah’ın emrine karşı gelen şeytan gibi olmayıp, emre karşı gelip ama sonra tevbe eden Adem gibi olma çabasını göstermesidir. Özetle şeytanın Kaderinden kaçıp, Adem’in kaderini tercih etmektir. Bu şekilde hareket ile “nefse zulümden” kaçmaktır. Zira tevbe, istiğfarda bir Kur’an emridir ve Peygamber Sünnetidir. İnsan “külli irade tecellisi” altında iken kullandığı cüz-i iradesini dini vasıflarla kötü, şer olarak adlandırılan işlere meyilliyse ve meylederse, Allah buna göre sebepleri oluşturur. Bütün bunların oluşumu yalnızca Allah’ın dileyip koyduğu ilahi yasa ve kurallarla gerçekleşir. Yerçekimi ilahi bir kanundur. Sonuçları, etkileri ilim ile sabittir. Bu kanun Allah’ın emr-i iradesi ile koyduğu ilahi bir kanundur. Allah’ın dilemesidir. Onuncu kattan yere atlayıp atlamaması insanın dilemesidir. Eğer atlarsa ilahi bir kanunu ihlal edip, yaralanacak veya ölecektir. Atlasa da Allah’ın dilemesi ve yasaları öncedir. “İradi karar anı”, kesbi kula aittir. Nitekim Allah bu konuda bizleri şu ayette uyarıyor: “(Allah’a) ortak koşanlar diyecekler ki; Allah isteseydi ne biz nede babalarımız ortak koşmazdık, bir şeyi haram yapmazdık. Onlardan önce yalanlayanlarda öyle demişlerdi de nihayet azabımızı tatmışlardı. Deki yanınızda (Allah’ın sizin için şirki dilediğine ve bunu yaptığınızdan razı olduğuna dair elinizde) bize çıkarıp göstereceğiniz bir bilgi var mı? Siz sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz” (Enam/148). Bir başka ayette de; “(Ey Peygamberim) De ki: mülkün gerçek sahibi Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden çeker alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğinide alçartırsın. Her türlü iyilik senin elindendir. Gerçekten sen her şeye kadirsin” (Ali İmran/26). Allah’ın iradesi ile tahsis ettiklerini kudret sıfatının zuhura çıkması demek olan “kadir” ismiyle ortaya çıkaracağını açıkça ifade etmektedir. Her şeye kadir olan ve bütün fiillerin faili O’dur. İşte ayetler: “Zengin edende, yoksul kılanda O’dur” (Necm/48), “Darlık verende, bolluk verende Allah’tır” (Bakara/245), “Doğrusu güldürende ağlatanda O’dur” (Necm/43).

Allah’ın emri iradesi ile “külli irade tecellisine” bürünüp tecelli ile söz konusu işler mutlak olur. Yani kudretiyle mutlaka zuhura çıkartır. Buna güzel bir örnekte şudur: “Şimdi bana ektiğinizden haber verin. Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren bizmiyiz? Dileseydik onu kuru bir çöp yapardık da şaşar kalırdınız. Doğrusu borç altına girdik –Daha doğrusu biz yoksul kaldık derdiniz” (Vakıa/63-67). Alemlerde bu emre uyulması mutlak emr-i iradesidir. Tüm alemlerdeki olaylar bu emri iradesi ile işler düzene sokulmaktadır. “Şimdi Rabbinin nimetlerinin hangisinde şüpheye düşersin”(Necm/55). İnsanın vücudundaki olaylarda bu emr-i irade ile yürür. İnsanın diğer mevcudattan farklı emr-i teklifi ile kendisine Kur’an hükümlerinin sunulmuş olmasıdır. Peygamberi ile de Kur’an tatbik edilmiştir. Bu tercih hususunda nispi iradesi hür bırakılmış ancak ahiretteki sonuçları açıklanmıştır. Bu nedenle bu hürriyet, başıboşluk değil, Kur’an ile sınırları çizilmiş bir hürriyettir. İnsan kararlarının ve yaptığı fiillerin sorumluluğunu taşımaktadır. Birey nefsi tercihleri ile cennet veya cehennem tahsisini amelleriyle bugünden yapmaktadır.

Tevhidi Efal mertebesinin gözetilen edebi şudur:

“Fiillerin zuhurunun hepsini Hakka nispet etmek esastır. Her fiil Hakka nispet edildiğinde hepsi hayırdır ve isimlendirilmemiştir. Fiillerin iyiliği ve kötülüğü, insana nispet edildiğinde belirlenir ve bu zamanda iyi veya kötü olarak isimlendirilir” (Pir Seyyid Muhammed Nurul Arabi)

“Ehlullah, fiilleri kudret açısından Hakka nispet eder. Ama mesela Allah zina etti demez. Zira zina ismini açığa çıkartan bu fiilin kula ve şartlara nispet edilmesidir. Eğer bu fiil kula nispet edilmeseydi (nispi iradi ve niyet ile kulun mesuliyeti olduğu tespit edilmeseydi) o fiilin adı belli olmaz, iyilik veya kötülükten biriyle hükmolunmazdı” (Pir Seyyid Muhammed Nurul Arabi)

Nefsimizle ilgili Şeriatı Muhammediye ye göre kötü ve çirkin fiillerimizi, yani kudreti ile Hakka, iradi karar tercihi açısından kula ait nispet fiillerimizi, Hakka nispet etmek ahlaken ve ebeden doğru değildir.

Ancak Allah ezeli ilmiyle “irade karar anı” nı, tercih ve tahsisimizi ve sonucunu da bilmektedir. Çünkü O her şeyi bilicidir. Ancak bu bilmesi, yapmaya zorlayıcı (cebri) bir bilme değildir. Karar anını ve karar sonrası yapacağımız fiilide bildiğinden kayıt altına almıştır. Bu konudaki ayeti kerimede şöyle buyurulmaktadır:

“Yeryüzüne yada nefislerinize gelip çatan hiçbir musibet yoktur ki Biz, onları yaratmadan önce onu bir kitapta tespit etmemiş olalım. Şüphesiz bu Allah’a pek kolaydır” (Hadid/22)

İsyan ve günahtaki çirkinlik ve kötülük, dini yasaklığı nedeniyle ve kula nispet edilmesiyle ortaya çıkar. Bunu da belirleyen Şeriat-ı Muhammedi, yani dini kanun ve nizamlardır. Ama Hakka nispet edildiğinde iyilik, güzellik ve çirkinlik ortadan kalkar. Yalnızca fiil kalır. Örneğin bir kişinin bıçak ile öldürülmesi, dinen yasaklanmıştır ve öldürenin cezası açıktır. Ancak Hakk açısından bakıldığında fiil Mümit esmasının açığa çıkması söz konusudur. Ahiret te Hakkın’dır. Bu fiillerin kullara nispet edilen kısımlarının gerçek karşılığı ahirette verilecektir. Zaten bir kısmının karşılığı dünyada da verilmektedir. Her fiili oluşturan Allah’ın isimleri zuhur mahalli istediğinden, esmaların karşılığı olan fiillerde zuhura çıkacaktır. Aynı bıçakla ekmek kesilip yenilmesi, bıçağa Nafi ismini, ekmeği yiyene de Rezzak ismiyle rızık olacaktır. Kullanılan materyal ve fiil aynı olsada, sonuçları farklı farklı olacaktır. Cinsel ilişki gayri meşru olursa zina, olarak adlandırılmış ve yerilmiştir. Ancak aynı ilişkinin nikah ile eşler arasında olması övülmüş ve sevab addedilmiştir. Görüldüğü üzere aynı fiiller insana nispet edildiğinde sonuçları farklı olmaktadır. Bu nedenle Sünneti Muhammediye’ye uymak şarttır.

Fillerin zuhura çıkışında nefsin bulunduğu mertebe, düzey ve nefsin taşıdığı sıfatlar çok önemlidir. Fiiller nefs mertebesi ve ahlakına göre zuhura çıkacaktır. Arifibillahlar şöyle benzetmişlerdir; nefisler hokka, ruhlar kağıt, bedenler kalem. Bedenler, nefslerin taşıdığı ahlaki vasıfların özellikleri ile fiile dönüşecektir. Fiili yaratan Allah olmakla beraber, kişinin bulunduğu nefs mertebesi vasıfları ile zuhura çıkacaktır. Nefs hangi sıfatları taşıyorsa, hariçte de Allah o nefsin iradi kararını oluşturacak, fiillerde de nefsin ahlaki vasıflarını açığa çıkaracaktır. Allah nefse tecelli etmekte, kişinin nefsi neyi, nasıl, ne şekilde zuhura çıkarmak istiyorsa ve neye meylediyorsa Allah kudretiyle fiil olarak o meyli, tahsisi, tercihi fiil olarak açığa çıkarmaktadır. Her ne kadar nefisleri esirgiyorsada, Allah için fiil değil, insandan çıkan fiillerin yapılış şekli ve şartları ile sonuçları “Şeriat-ı Muhammediye” ye göre yorumlanır. Dinde bu yüzden vardır. “Dini teklifi emir” ile sorumlulukta bu aşamada başlamaktadır. Bu açıdan şu ayet çok önemlidir: “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir” (Nisa/79). İrfan yolcusu (salik) nefisle olurda, fiili Hakka nispet etmeyip kendisinde kuvvet ve kudret görürse, o zaman gayriyette kalır, Allah’tan uzaklaşır. Fiil olarak zuhura çıkmamış düşünce, fikir “iradi meyil” ve “karar anı” nda henüz iyilik ve kötülük zihindendir. İşte Allah bu aşamada Kur’an ve Sünnet ile nefse kötülüğü (fucur) ve iyiliğini (takva) ilham etmekte “karar” için kuluna yardımcı olmaktadır. Bu anda nefsinin mertebesine göre, nefsine arız olan vesveseleri de bilmektedir. Bütün bu özellikleri Allah zaten bilmektedir. İnsana ayrıca bu aşamada yardımcı olarak bilgileri elde edecek yardımcılarda sunulmaktadır. Bu yardımcı ve danışmanlar; ilim ehli rehberler, kamil insanlar, mürşid-i kamiller, öğretmenler, deneyimli ve tecrübeli insanlar, anne, baba… vb. dır. Bu “karar” aşaması belirli bir olgunluğu ve aklı gerektirdiğinden, akli hastalığı olanlar ve çocuklar “dini teklifi emir” lerden sorumlu tutulmamışlardır. Ancak belirli bir olgunluğa ulaştıktan sonra mesul olmuştur.

Pir Seyyid Muhammed Nurul Arabi bu mertebedeki saliklere şöyle sesleniyor: “Ey marifet arayıcısı! Bu mertebenin hakikatine ulaşmak istediğinde, mürşid-i kamilin telkininden sonra, senin için gereken, ister kavlen (sözle), ister fiilen, ister zahiren, ister batınen (gizli) Hz. Muhammed’e (sav) tabi olmandır. Sonra ayakta, otururken, gezerken ve bütün halinde zikri daim yaparken, bu makamın murakabesiyle zevk ve Şuhut etmendir. Böylece, Cenab-ı Hakkın yardımıyla sana mertebenin zevki hasıl olur”

Zikir her mertebede ve makamda vazgeçilmez bir unsurdur. Bu makamdan zevk alabilmenin en önemli şartı, bütün işlerde, hareket ve davranışlarda Sünneti Muhammediye’ye tabi olmaktır. Tevhid-i Efali tam anlayıp, zevk eden irfan yolcusu açık şirkten, gurur, kibir, inat, yalan, hased gibi nefsin kötü huylarından kurtulmaya başlar. Zira kendi sorumluluğunu bilmiş, fiillerdeki kudretin ve kadiriyetinin kaynağı olan Allah’ı bir mertebe daha idrak etmiştir. Kendi bünyesinde Allah’a kalpten yönelerek hicreti yapmıştır. Merkez bu kararı aldığında tüm organlar bu karara uyup, iyi ahlaklara yönelecektir. “Kur’an O’nda asla şüphe yoktur. O takva ehli müttekiler için yol göstericidir” (Bakara/2). Eğer bünyesinden kötü ameller çıkıyorsa, hemen nasuh tevbesi azmi ile tevbe etmesi, Kur’ana göre amellerini yönlendirmesi gerekir. Bir sonraki benzer fiillerinde bu tecrübelerini uygulamaya sokmalıdır. Bu husus insanın iradesini pozitif yönde kullanmasıdır.

Nefsi mülhimede aklımızı, aklı-maad düzeyine yükseltmeliyiz. Aklı maaş dünyevi işleri yöneten akıl mertebesidir. Ve ahiret endişesi taşımaz. Dünya işlerini yaparken bu akla ahiret düşüncesini, dünyadaki işlerimizden ve fiillerimizden sorumlu olduğumuzu ve ahirette bu iş ve fiillerimize göre cennet ve cehennem ile karşılık göreceğimizi aklen geliştirmeliyiz. İşte bu ahiret düşüncesi ile dünyevi fiillerimizi kontrol eden akıl akl-ı maad mertebesidir. Akıl kalpte Hakla batılı ayırt eden bir nurdur. Bu nurla sorumluluğunun idraki ile mutlak failin Allah olduğu bilincine varır ve “Hepsi Allah’tandır…” (Nisa/78) diyerek fiilleri tevhid eder.

Hakk daima tecelli ile vehhab (veren) ve feyyazdır (feyiz veren). Tecelli mahalli nefs ise sürekli kabul edicidir; bilgisizliği veya bilgiyi. Mahal yatkınlık, alışkanlık kazanır, hazırlanır, kalbinin aynasını temizler ve cilalarsa onun için sürekli ilahi vergiler meydana gelir. Yeter ki tecelli mahalli olan insan kalbini buna hazırlasın. “Rabbım ilmimi arttır” duasıyla da Allah’a yönelsin. Her fiili Allah, kişinin iradesi ile yöneldiği şekliyle halkeder. Fiil Allah’tan, kesb kuldandır. Bunu şu ayetlerle açıklayalım: “De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir” (İsra/84)

“Zerre kadar hayır işleyen karşılığını görür. Zerre kadar şer işleyen karşılığını görür” (Zilzal/7-8)

Fiili kudretiyle zuhura çıkaran Allah olduğundan ve kesbimizle mesul olduğumuzdan fiili açığa çıkaracağımız kararları en iyi şekilde gözden geçirmemiz ve Kur’an ile Sünnete göre davranmamız kurtuluşumuz olacaktır. Zira Allah fiili yöneldiğimiz ve tahsis ettiğimiz şekilde zuhura çıkaracaktır. Esirgediği nefisler hariç, Allah’ın sünneti budur. Allah’ın sünnetinde, kurallarında, kanunlarında ise değişiklik olmaz.

“la faile illallah, la ilahe illallah” zikrini yaparken bu hakikatleri hiç aklımızdan, zihnimizden çıkarmayıp iki kere dikkat etmeliyiz. Nefs mücahedesini bu yönde geliştirip, fiillerimizi şerden arındırmalıyız.

Fiillerdeki kudretiyle ortaya çıkaran Allah isede, kesbimizle bize Kur’an ve Sünneti Muhammediye uymamız emredilmiştir (teklif-i emir). “Kim Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa şüphesiz nefsine zulmetmiş olur” (Talak/1) ayetiyle Kur’an ve Sünnete riayet etmediğimizde nefsimize, kendimize zulmetmiş olduğumuzu bildirerek, bizlerin “nefsinize zulmetmeyiniz” emri gereği sınırları korumamız istenmiştir. Böyle bir irade insana verilmese böyle bir emirde olmazdı. Kişi nefsinin hakikatinin Allah’ın nurundan ve Kur’anın sırrından olduğunu hatırlarsa, nefsine yaptığı zulumün nereye dayandığını ve bu hususun ne denli önemli olduğunu da kavrar. Hz. Ali (kv) “Kadrini bilene ve haddini aşmayana Allah rahmet eylesin” buyurarak bu hususun ne denli önemli olduğunu vurgulamıştır.

Allah’ın nefislerimizi esirgemesini, nefsimize gelen ilhamları Alim ismiyle kavramamızı, Mürid ismi ile takva yönüne yönlendirmesini ve Nur ismiyle Hakla batılı ayırmamızı, Kadir ismiyle fiillerimizi Hakk olarak zuhura çıkarmamızı sağlaması duası ve niyazıyla… AMİN.


önceki sayfa            sonraki sayfa
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam217
Toplam Ziyaret836098
Hava Durumu
Saat
Takvim